Menü schliessen Über uns Unsere Überzeugung Informationen Kemal Atatürk Kontakt
☰


Über uns Unsere ÜberzeugungInformationen Kemal Atatürk Kontakt

Informationen

.

ANKARA KALESİ – 274
İ S R A İ L ‘ İ N Y O L H A R İ T A S I
Prof. Dr. A N I L Ç E Ç E N
Bu yazının başlığında yer alan birleşik kavram , Atlantik okyanusu kıyılarından merkezi coğrafyaya bakarak olayları değerlendirmeye çalışan oryantalist görüşün temsilcileri tarafından kullanılmaktadır . Beş yüz yıl önce okyanusun doğu kıyılarından dünyaya bakanlar , Londra merkezli bir dünya için değerlendirmeler yapıyorlar ve bu doğrultuda Britanya İmparatorluğunu oluşturmaya çalışıyorlardı . Okyanusun batı kıyılarında daha sonraki dönemlerde yeni bir süper dev ülke olarak dünya sahnesinde yerini alan Amerika’nın yayılmacılığı dönemi gündeme gelince, bu kez okyanusun batı kıyılarından bakanlar Amerika’nın yol haritasını çizmeye çaba göstermişlerdir . Yirminci yüzyılın sonlarına kadar ABD’nin yol haritası tartışılırken , Atlantik hegemonyası doğrultusunda dünya haritasının orta bölgeleri ile kıtaların doğusunda yer alan geniş alanlardaki büyük ülkelerin durumları incelenmeye başlamıştır . Dünyayı Atlas okyanusu kıyısından yönetmeye çalışanlar , yirmi birinci yüzyıla doğru gidilirken, bu kez de kendi yarattıkları bir ülke olarak İsrail’in konumu ile ilgili oryantalist görüşler geliştirmeye çalışmışlar ve bu doğrultuda İsrail devletinin izlediği yolun hem haritasını çıkarmak için uğraşmışlar ,hem de bu harita üzerinden siyasal gelişmelerin geleceğini tahmin ederek yönlendirmeye çalışmışlardır .Arap ve İslam dünyasının ortalarında bir Yahudi devleti kurulmasına yol açan İngiliz ve Amerikan devletleri , Atlantik emperyalizminin merkezi alana doğru açılan uzantısı konumundaki Siyonist devletin son durumu ve gelecekte karşılaşabileceği gelişmeler ile ilgili olarak yeni oryantalist bakışlar geliştirmeye bugün de devam etmekte ve artık kontrol edemedikleri küçük İsrail devletinin önündeki yolu kendi açılarından açıklamaya çalışmaktadırlar .
İsrail devletinin iki kurucu devleti oryantalist birikimin yansıması olarak yol haritasını belirlemeye çalışırken , iki büyük emperyalist gücün yavrusu olarak dünyaya gelen İsrail’de, kendi çıkarları doğrultusunda Kudüs merkezli bakış açıları geliştirerek , Atlantik kıyılarında egemen olan lobilerinin desteği ile kendi yaklaşımlarını , ABD ve İngiltere Devletleri ne benimseterek uygulamaya geçirmenin çabası içinde olmuştur . Bu doğrultuda İsrail’in yol haritası kavramı içerik değiştirmiş ve bu kavram doğrudan İsrail devletinin çıkarları yönünde izleyeceği yol hattı olarak uluslararası alanda anlaşılmaya başlanmıştır . Bu çerçevede insanlığın Milattan sonra yaşadığı iki bin yıllık geçmişin izlerine dayanan yaklaşımlar ve gelişmeler , yirminci yüzyıl sonrasında da uluslararası alandaki gelişmeleri etkileyerek dünya tarihinin bu çizgide oluşumuna neden olmuştur . İsrail devleti iki bin yıllık bir rüyanın sonucunda kutsal topraklar ilan ettiği Orta Doğu’nun tam ortalarında siyasal bir örgütlenme olarak öne çıkarken , geleceğin dünyasında ABD ve Büyük Britanya gibi süper güçlerin yerini almaya yöneliyordu . Bütün dünyaya dağılmış güçlü, örgütlü ve zengin lobilerinin çabaları ile kurulmuş olan İsrail projesinin ilk aşaması , ikinci dünya savaşı sonrasında yapılan antlaşmalar ve harita değişiklikleriyle ile tamamlanmıştır .İkinci aşamada bu devletin kurulduğu bölge içinde bir yere sahip olması doğrultusunda olaylar tırmandırılırken , yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içinde Arap –İsrail savaşları birbirini izlemiştir . Arap komşuları ile sürekli olarak savaşmak zorunda kalan bu küçük devlet ,gene ABD ve İngiltere’nin fiili himayeleri ile bu dönemi de geride bırakmıştır . Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte gündeme gelen küreselleşme aşamasında ise , İsrail için üçüncü dönem gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda Amerikan ordusu Basra körfezine gelerek ve bölgesel işgale girişerek bütün Orta Doğu ülkelerini yeni bir ateş çemberi içine atarak ,saldırı savaşları yolu ile İsrail’in genişlemesi sürecinin tamamlanmasına giden yolu açmıştır .
Büyük İsrail projesinin ilk aşamasını lobiler aracılığı ile tamamlayan Siyonist devlet ,ikinci aşamada küçük devlet aracılığı ile kendisini bölge devletlerine kabül ettirmeye çalışmıştır . Ne var ki , küçük devlet olarak yola devam etmesi mümkün olamayacağı yarım yüzyıllık Arap-İsrail savaşları ile ortaya çıktığı için ,büyümek doğrultusunda yeni adımlar atılabilmesi ancak Atlantik güçlerinin desteği ile mümkün olabiliyordu . Sovyetler Birliğinin dağılmasından yararlanmak isteyen ABD ve İngiltere ikilisi Basra körfezine asker göndererek ,Irak üzerinden savaşları bütün bölgeye yaymanın arayışı içinde olmuşlardır . İsrail bu iki büyük gücü etkili lobileri ile kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiş ve böylece İsrail’in yol haritası gene eskisi gibi Atlantik kıyılarından belirlenebilmiştir . İsrail lobileri aynı zamanda bütün dünya ülkelerinde ekonomiyi kontrol eden güçlü kapitalist gruplar olduğu için bazan ekonomi üzerinden bazan da siyasal gelişmeler üzerinden, Büyük İsrail projesini uygulama alanına yansıtmışlar ve bölge devletlerini kontrol altına alma hedefi doğrultusunda kendi çıkarlarını siyasal çözüm görünümünde dünya ülkelerine kabül ettirmeye çalışmışlardır . Soğuk savaş sonrasında gelişmeler ısınmaya başlayınca ve Büyük İsrail projesinin üçüncü aşamasında bölgesel genişleme savaşları öne çıkınca, Irak savaşı sonrasında Suriye’de benzeri bir senaryo doğrultusunda silah ve para yardımları ile terör örgütleri desteklenerek ve kullanılarak yola devam edilmeye çalışılmıştır . Irak ve Suriye sonrasında üçüncü büyük devlet olarak İran belirlenmiş ve bu doğrultuda terör örgütleri aracılığı ile yayılma savaşı son aşamada İran’a doğru yönlendirilmeye çalışılmış ama bu planda tam anlamıyla bir başarısızlık ortaya çıkınca ,Atlantik emperyalizmi destekli savaş senaryoları ile yola devam edilemeyeceği kesinlik kazanmıştır .Son aşamada İran’ın arkasına bütün doğu devletleri geçince Atlantik kışkırtmalı Siyonist planlar hedefe ulaşamamıştır .
İsrail küçük bir devlet olarak Atlantik emperyalizmi destekli büyümeye öncelik tanırken , hedef alınan ülkeler ile ortak sınırı olan Türkiye’de dolaylı yollardan batı blokunun karşısına alınmıştır . Irak ve Suriye’yi yıkanlar yeni aşamada Türkiye ve İran gibi iki büyük Türk devletini birbiriyle savaşmaya doğru yönlendirmeye çalışmışlardır . İran’da yaşamakta olan Doğu Türkleri ile Türkiye’de yaşayan Batı Türklerini Siyonist yayılma planları doğrultusunda çarpıştırarak yok etmeyi hedefleyen bu tür yeni emperyalizm planları , merkezi coğrafya ve doğu bölgesi devletlerinin dayanışmalarıyla önlenmiştir . Yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir dünya düzeni kurulurken tarih sahnesine çıkan ulus devletler, terör örgütleri ve bölgesel savaşlar aracılığı ile bölünmemek için bir araya gelmeye başlamışlar ve parçalanmayı önleyici önlemler alarak , dayanışma içinde batıdan gelen emperyal saldırılara karşı direnişi zamanla uluslararası alanda savunma örgütlenmesine dönüştürmüşlerdir .Böylesine bir yeni durum karşısında yayılma amaçlı savaşlar aracılığı ile küçük devletin zorla büyütülemeyeceği ortaya çıkmıştır . İsrail yüzünden bütün dünya ülkeleri ile karşı karşıya gelen Amerikan ve İngiliz devletleri yeni dönemde barış konferansları düzenleyerek küstürdükleri dünya devletleri ile barışabilmenin yollarını aramışlardır . Orta Doğu’da dünyaya zamanında egemen olmuş olan büyük güçler, yeni dönemde küçük İsrail devletinin kuklası konumuna düşmekten uzaklaşmaya başlayarak yepyeni bir dünya barışı arayışı içinde olmuşlardır . Her kıtada toplanan barış konferansları ile de dünya ülkelerine yeni küresel emperyalizm kabül ettirilemeyince bu kez olağan dışı yeni bir yol denemek üzere orta çağ dünyasında görülen biyolojik virüs savaşlarının önü açılmıştır . ABD’deki güçlü lobiler yeni bir elektronik düzen ile dünyayı teslim almaya doğru zorlanırken, bu kez uçaklar yolu ile dünyaya yayılan virüsler insanlığı evlerine hapsolmaya zorlamıştır . Savaşlar ve barış girişimleri ile sonuç alamayan Atlantikçi Siyonistler, bu aşamada yeni bir ortaçağın kapısını virüs savaşları ile açabilmenin arayışı içine girmişlerdir . Evdeki hesabın çarşıya uymaması üzerine geliştirilmeye çalışılan yeni atılımlar ile Büyük İsrail İmparatorluğu oluşturmak doğrultusundaki Siyonist planın önü bugün biyolojik savaşlar yolu ile açılmaya çalışılmaktadır .
Normal koşullarda barış ya da savaş politikaları ile yola devam etme şansı bulamayan İsrail devleti kendi hazırlamış olduğu yol haritasına devam etmek üzere, Bill Gates vakfı gibi bazı Siyonist lobiler aracılığı ile bugün gelinen son aşamada bütün dünyayı bir biyolojik savaş senaryosu ile karşı karşıya getirmişlerdir . Kendisine bağlı lobiler üzerinden barış ortamlarında yol haritasının başlangıç kısmında yolunu bularak ilerleme sağlayan Siyonist devlet , Britanya ve Amerikan imparatorlukları gibi büyük devletlerin destekleri ile barışın bittiği yerde savaş dönemini başlatmış ve bu doğrultuda akla gelen her türlü savaş senaryosu, merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere gizli servisler aracılığı ile birbiri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir . Devletin kurulmasından hemen sonra komşular ile başlatılan savaş senaryolarına daha sonraki aşamada tüm bölge devletlerinin katılması sağlanarak , batı emperyalizminin gücü Orta Doğu devletlerini çökertmek ve parçalamak doğrultusunda kullanılmaya çalışılmıştır . Dünya tarihinde her zaman önde gelen bir yere sahip olan Musevi lobilerinin tek bir Siyonist merkez tarafından yönlendirilmeye başlanması ile, yol haritası daha istikrarlı bir biçimde çizilerek ve uluslararası konjonktürün kaos ortamına doğru sürüklenmesinden yararlanarak , bölge devletleri ile oynayan ve bunların ortadan kalkmasına yol açabilecek siyasal senaryoların devreye sokulması ile, her şeye rağmen İsrail’in yol haritasında Siyonist ilerleme devam etmektedir . Büyük İsrail Projesinin önüne çıkan her türlü engel , uluslararası dengeler ve siyasal senaryolar aracılığı ile aşılmakta ve böylece İsrail’in yol haritasında Siyonist planlar doğrultusunda yola devam edilmektedir .
İki bin yıllık maceranın başladığı zaman diliminden bu yana Orta Doğu’daki kutsal topraklarına dönerek , orta dünya merkezli bir büyük dünya devleti kurma senaryosu doğrultusunda Kudüs’ü başkent ilan eden yaklaşım , şimdi bu şehri önce Orta Doğu’nun sonra da dünyanın başkenti olarak ilan etmeye çalışmaktadır . Kudüs her yerin başkenti olmaya doğru hazırlanırken geçen yüzyıldan gelen ulus devletler yıkılmaya çalışılmakta ve ulusların yerine kentleri devreye sokarak ortaçağın yaşam modeli olarak şehir devletleri yeniden oluşturulmaya çalışılmaktadır . Kudüs’ün resmen yeni başkent ilan edildiği aşamada İstanbul, Ankara , Bakü, Tahran, Bağdat , Şam ve Kahire gibi eski başkentlerde yeniden yapılanma çalışmaları öne çıkarılmakta ve bölge devletlerinin başkentleri üzerinden bölgesel güç haline gelme planları uygulama alanına getirilmeye çalışılmaktadır . Bölge kentlerini karşı karşıya getirmek ve kent merkezli yeni bölgesel yapılanmaları ortaya çıkarabilmek için Kudüs üzerinden geliştirilen bölgesel federasyon projesi, kentleşme görünümünde bütün bölge ülkelerine zorla uygulattırılmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm projeleri sadece eski binaların yıkılıp yeniden yapılanması hedefi ile yapılmamakta , aynı zamanda bazı kentler yeni bölgesel merkez olmaya doğru yapılandırılarak özerk eyalet devletleri üzerinden federasyonlaşma oluşumu , merkezi coğrafyadaki eski Osmanlı toprakları üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır . Bu doğrultuda Büyük İsrail projesi uygulamada Büyük Kudüs oluşumuna dönüştürülerek ve bölgedeki ulus devletlerin başkentleri devlet merkezi olmaktan çıkartılarak ,yeni federasyon çatısı altında yer alacak eyalet devletleri kurmak için çaba sarf edilmektedir . Irak’ın üç eyalete bölünmesinden sonra şimdi sıra Suriye’den üç , İran’dan beş ,Arabistan’dan beş ve Türkiye’den yedi eyalet çıkmasına gelmiştir . Bu doğrultuda bölge başkentleri devre dışı bırakılırken ulus devlet ülkesi içinde yer alan devletin ülkesi yeni bölgeselleşme planları üzerinden, şehir devletlerine doğru dönüştürülmek istenmektedir . Batı emperyalizminin ordularının bölerek işgal ettiği topraklar üzerindeki askerlerinin geri çekilme zamanı gelirken , terör örgütleri ve işgal ordularının yerine bölgesel kantonlar kurulmaya çalışılmaktadır . Geleceğin bölgesel federasyonuna doğru Orta Doğu ülkeleri zorlanırken, Siyonist dünya imparatorluğu planı aksatılmadan yürütülmektedir .Bu aşamada her şey Büyük İsrail planının gerçekleştirilmesine bağlı olarak yönlendirilmeye çalışılmaktadır .
Soğuk savaş yıllarındaki gizlilik ortamında Siyonist plan gizlice uygulanırken , Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra küreselleşme ortamına girilmiştir. Bu küresel merkez ilan edilen Açık Toplum Enstitüsü üzerinden açıklık ilkesi bütün dünya ülkelerine benimsetilmeye çalışılırken , Kutsal kitaplardaki senaryolara dayanan Siyonist proje de yeni dönemde basın ve medya organlarında açıktan konuşulmaya başlanmıştır . 1980'ler döneminde Sosyalist sistem yıkılırken Siyonist sistemin kurulması ile ilgili plan resmen açıklığa kavuşturuluyordu . 1852 yılında Britanya İmparatorluğunun başbakanı olan Benjamin Disraelli aslında iki asır öncesinden merkezi alandaki Osmanlı sonrası yeni yapılanma modelini ortaya koymuştu . O dönemde Osmanlı sonrası Orta Doğu olarak hazırlanmış olan bu yeni yapılanma projesi , Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr planı olarak gündeme getirilmiş ve küreselleşme sonrasında da bu plan Büyük İsrail Projesi olarak öne çıkarılmıştır . Balkanlar’daki küçük devletçiklerin oluşumu ile ortaya çıkan Balkanizasyon planının , yeni dönemde İsrail’in öncülüğünde Orta Doğu’ya taşınması, Büyük İsrail İmparatorluğunu oluşturmak ve bölgedeki ulus devletler düzeninin yıkmak amacıyla zorunlu görünüyordu . İngiliz başbakanı Disraelli Büyük İsrail’in kurulmasına giden Siyonist planı yüz yıl öncesinden açıklarken , Britanya Krallığı ile Amerikan imparatorluğunun gelecekteki misyonlarının da sınırlarını çizmiş oluyordu . Osmanlı devletini geçici bir devlet olarak gören Atlantik emperyalistleri , Osmanlı sonrasının hazırlıklarını iki yüz yıl önceden yapıyorlardı . Emperyalistler bu coğrafyada Avrupa tipi ulus devlet istemezlerken , gelecekteki küresel emperyalizm düzeninin temeli olacak biçimde kent merkezli eyaletler üzerinden , bölgesel İsrail federasyonun alt yapısını hazırlıyorlardı . Bu çerçevede geçmişten gelen uluslararası birikim ve büyük devletler ile güç merkezlerinin merkezi bölgeyi kontrol etme istekleri , yirminci yüzyılın bölgedeki düzeninin ortadan kalkmasına neden olarak yeni Siyonist yapılanmanın önünü açıyordu.
Oded Yinon isimli Amerikalı bir Yahudi Orta Doğu uzmanı , “I980’li yıllarda İsrail için bir strateji” isimli çalışmasını I981 yılında Amerikan Yahudi lobilerinin dergisi olan Kivinum isimli bir yayında dünya kamuoyuna açıklıyordu . Oded Yinon aslında bu çalışması ile , Benjamin Disraelli’nin 1852 tarihli yeni Orta Doğu planını yirminci yüzyıla taşıyarak , 21. Yüzyılın Siyonist planına zemin hazırlıyordu . Oded Yinon planı , İsrail’i çevreleyen bütün devletlerin parçalanmasına dönük olduğu için bölgede yeni oluşturulacak Fas, Tunus ve Cezayir benzeri şehir merkezli eyaletler aracılığı ile , Kudüs merkezli bir Büyük İsrail Federasyonunu gerçekleştirmeyi hedefliyordu . Soğuk savaş sonrasında merkezi alandaki savaşlar aracılığı ile önce Irak daha sonra da Suriye devletlerinin iç savaşlar aracılığı ile parçalanmaları gündeme gelmiş , ayrıca en sonunda merkezi alanının iki büyük devleti olan Türkiye ve İran’ın parçalanması doğrultusunda terör ve savaş rüzgarları bu iki ülkenin üzerine doğru yönlendirilmiştir . Türkiye’deki laik ve dinci kesimler sürekli kışkırtılarak mezhep çatışmaları üzerinden bir yeni savaş senaryosu Türk-İran savaşı olarak hazırlanmış ve bu doğrultuda provakasyonlar bir biri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir . Ayrıca Suudi Arabistan , Mısır, Yemen , Ürdün ve Libya gibi bölge devletlerinin de Balkanizasyonun Orta Doğuya taşınması doğrultusunda iç savaşlar ve terör kışkırtmaları ile bölünmesi planı ,ABD ve İsrail destekli olarak bölge devletlerinin üzerine yeni yapılanma atılımı olarak empoze edilmeye devam edilmiştir . İşte bu aşamada ABD’yi yönlendiren İsrail lobileri bu büyük ülkenin desteği ile, hem kendi kurdukları terör örgütlerini hem de gizli servislerini bölge devletlerinin parçalanmaları doğrultusunda yoğun bir biçimde desteklemişlerdir . İsrail bu aşamada yol haritasını bölge devletlerinin tümünün bölünmesi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmış ve bölge devletlerinin kendilerini savunmalarına giden yolların dış destekler ile kesilmesine çalışmıştır. Orta Doğu parçalanırken genişletilmiş hegemonya projesi doğrultusunda Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde de baskı ve yönlendirme siyasetleri gündeme getirilerek, Türkiye Kuzey Afrika ülkelerinde ABD çizgisinde kullanılmaya çalışılmıştır .
Eski Birleşmiş Milletler genel sekreteri olan Mısırlı Kıpti –Hırıstıyan diplomat Butros Gali ,bölgedeki sıcak olayların gelişmesi üzerine “Önce mikro milliyetçilik ,sonra makro devletçilik” diyerek İsrail’in başlatmış olduğu Siyonist imparatorluk projesine destek çıkan bir yaklaşımı öne çıkarmıştır . Bütün dünya bölgelerindeki İsrail lobileri var oldukları ülkelerde rüzgarlar estirerek Büyük İsrail projesine açıktan destek çıkan bir yeni atmosfer yaratmışlardır . Başta ABD olmak üzere Rusya ve Avrupa ülkelerinde etkin olan Siyonist lobilerin etkin çalışmaları sayesinde, İsrail yol haritasında ilerleme fırsatı bulmuş ve bölge ülkelerini içeriden ele geçirme şansını elde ederek , bölücü ve parçalayıcı planları doğrultusunda , Orta Doğu devletlerini yönlendirme işini yol haritasına uygun bir biçimde gerçekleştirmiştir . Merkezi coğrafyanın geleceği ile ilgili Siyonist planının bugüne kadar eksiksiz uygulanması gelecekte de bu plan doğrultusunda projenin tamamlanacağına dair bir görünüm yaratmaktadır . Özellikle dünya ülkelerindeki İsrail lobileri bu doğrultuda kendilerinden yana bir kamuoyu oluşturmaya öncelik verdikleri için , güçlü Siyonist örgütlenmenin sağlayacağı destekleri kullanarak , Siyonizmin yol haritasında İsrail devletinin Büyük İsrail projesi doğrultusunda yeni adımların atacağı görülmektedir . Her türlü olumsuz koşullar ve engellere rağmen iki yüz yıldır dikkatli bir biçimde izlenen ve yönlendirilen yol haritasına yeni gelişmelerle kesinlikle devam edileceği anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda Büyük İsrail planının gerçekleşeceğine dair dünya kamuoyunda karamsar bir beklenti ortamı yaratılmaktadır . Balkanizasyonun merkezi coğrafyaya taşınması demek bölgedeki ulus devletlerin alt kimlikli oluşumlar ile parçalanması anlamına gelmektedir. Böylesine bir durumu Osmanlı sonrası kurulmuş olan ulus devletlerin kabül etmesi mümkün olamayacağı için yeni bir savaş dönemi yaratılarak böyle bir plan doğrultusunda bölge devletlerinin parçalanması amaçlandığı için merkezi alanın geleceğinde gene savaşların zorlama yollar kullanılarak çıkartılacağı görülmektedir . İsrail’in yol haritasının bu nedenle geleceğe dönük bir çok savaş senaryosu ile dolu olduğu anlaşılmaktadır . İsrail önce komşularının ve daha sonrada bölge devletlerinin parçalanarak kent merkezli eyaletlere dönüştürülmesine öncelik vereceği için , saldırgan savaşlarla parçalayarak var olan devlet düzenlerini yok edici bir macera karşısında, ortaya çıkacak bir felaket senaryosuna dünya devletlerinin karşı duracağı görüldüğü için ,İsrail lobileri bir üçüncü dünya savaşı senaryosu ile hedefe ulaşılabileceği düşüncesi ile bir çok ülkenin kamuoyunda savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar . Bir din devleti olan İsrail din tarihine dayanan senaryolar üzerinden bir üçüncü dünya savaşını günümüz koşullarında gerçekleştirmeye çalışmaktadır . Teknolojinin getirdiği yeni yapılar üzerinden yok edici bir cihan savaşının örgütlenmesine her alanda ortam yaratılmakta ve daha önceki iki büyük dünya savaşının uzantısı olarak üçüncü bir dünya savaşı, Siyonist lobiler aracılığı ile tezgahlanmaya çalışılmaktadır . Ekonomik ve siyasal alanlardaki savaş senaryolarına dinler ve mezhepler üzerinden yeni girişimlerin eklenmesi ile birlikte, merkezi coğrafyanın bütünüyle savaş alanı olacağı görülmektedir .
Günümüzde Büyük Orta Doğu adı verilen Büyük Orta Doğu Projesi aslında bir Amerikan projesi değildir . Bu plan iyi incelendiği zaman özünde Büyük İsrail Projesinin bulunduğu ve bunun ancak Amerikan desteği ile gerçekleşebileceği görüldüğü için böyle bir isim kullanıldığı anlaşılmaktadır . Günümüzün süper gücü olan ABD’nin Siyonizmin hedefleri doğrultusunda kullanılabilmesi için , bugün Büyük İsrail Projesi bir bölgesel oluşum planı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır . Siyonist plan bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Yahudileri bir ulus devlet olarak Büyük İsrail çatısı altında toplamayı hedef aldığı için, en az on milyonluk bir nüfus toplanması ile imparatorluğun çekirdek merkezi devletinin oluşumu ilk aşamada üniter bir yapıda düşünülmektedir . Bu doğrultuda önce Batı Şeria , Gazze ,Golan ve bütün Filistin alanlarının Kudüse bağlanması gündeme alınmaktadır . İkinci planda ise Lübnan’ın işgali ile Suriye’nin bölünmesi sonrasında Şam merkezli güney Suriye topraklarının da İsrail’e katılması amaçlanmaktadır . Bu aşamada İsrail’in gelecekte kendisinin korunabilmesi için kurulmuş olan iki tampon devleti işgal ederek ortadan kaldırması planlanmaktadır . Suriye’ye karşı tampon devlet olarak kurulan Lübnan’ın işgalinden sonra sıranın Irak’a karşı bir tampon devlet olarak kurulmuş olan Ürdün’ün işgaline geleceği anlaşılmaktadır . Hırıstıyan Araplar için kurulmuş olan Lübnan ile , Orta Doğu Çerkezlerini esas alan bir toplum yapısı ile Ürdün devletinin de işgal edilerek parçalanması sonraki aşamada planlanmakta ve bu küçük ülke nüfusunun yarısına yakınını oluşturan bölgedeki Çerkez ahalinin yeniden Kuzey Kafkasya’ya gönderilerek Rusya’ya karşı bir Müslüman kurtuluş hareketinin Kafkasya bölgesinde örgütlenmesi düşünülmektedir . Ayrıca Filistin’den kovulacak Arapların , beşe bölünecek Suudi Arabistan topraklarının kuzey bölgesinde kurulacak bir yeni Ürdün devletinin çatısı altında var olmalarını sağlayacak planlar da bu aşamada hazırlanmaktadır .Bir taraftan Arabistan topraklarında yeni Ürdün oluşturulurken , diğer yandan Ürdün’ün nüfus yapısı değiştirilmekte ve bu ülkedeki Çerkezler yeniden Kafkasya’ya gönderilirken yurtsuz kalmış olan Filistinlilerin yeni Ürdün devletinin çatısı altında toplanması sağlanarak Filistin bölgesinin bütünüyle İsrail devletine verilmesi düşünülmektedir . Böylece merkezde bir üniter Yahudi devleti federasyonun merkezi alanı olarak kurulurken ,ahali kaydırması yapılarak Çerkezler ve Filistinliler ile Hrıstıyan Araplar için yeni ülkelerin oluşturulması gündeme getirilmektedir .Suriye’nin beşe ya da üçe bölünmesi aşamasında Lübnan’daki Hrıstıyan Araplar için Suriye sahillerinde ayrı bir eyalet yapılanmasının hazırlandığı son gelişmeler ile ortaya çıkmıştır .
Suriye’nin parçalanması sonrasında Lübnan ve Ürdün’ün işgali , Filistinli Müslümanlar’ın yeni Ürdün’e aktarılması ile Hırıstıyan Lübnanlıların Suriye topraklarına sürülmesi birbiri ardı sıra gündeme getirilerek Kudüs merkezli Büyük İsrail’in bir an önce kurulabilmesine çalışılırken , Libya savaşının bütün Kuzey Afrika’ya yayılarak bölge devletlerini parçalaması ile ,Suriye ve Irak üzerinden başlatılacak yeni savaş senaryoları ile ,Türk-İran savaşının da çıkartılmasına çalışılacağı açıkça bu plan dahilinde gündeme geleceği şimdiden belli olmuştur .Bölgeye komşu olan Balkanlar’da, Anadolu ve Kafkasya’da Orta Doğu’daki çatışmaların ve hegemonya saldırılarının yansımaları olabileceği ve bu gibi olaylara Avrupa ülkeleri ya da Çin, Hindistan ve Rusya gibi büyük ülkelerin müdahale edebileceği söz konusu olursa, o zaman bölge devletlerinin saldırı ve işgali ile sürükleneceği sıcak çatışma ortamı daha sonraki aşamada yeni bir üçüncü dünya savaşı oluşumuna yol açabilecektir . Dünyanın gelmiş olduğu yeni dönemde her konunun açıklığa kavuşması doğrultusunda merkezi hegemonyayı ele geçirmeyi hedefleyen Siyonist planın esaslarının da, açıklığa kavuşturularak bölge ülkelerinin geleceği açısından tartışılmasında evrensel barış açısından gerek vardır . Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesi sonrasında bu bölgede kurulmuş olan devletleri yapay oluşumlar olarak gören batılı merkezler, bu devletlerin sınır değişiklikleri ile kolaylıkla ortadan kalkabileceğini dile getirmektedirler .B ölge devletlerini benzin istasyonu olarak gören ve alay eden batılı devletler kendi içlerindeki güçlü İsrail lobilerinin ağırlığı yüzünden Siyonizmin ortaya çıkardığı çöküş ve dağılma senaryolarını ciddi boyutlarda ele alarak tartışamamaktadırlar .İsrail genel bir yol haritası olarak bölge devletleri içindeki güçlü lobilerini yeni dönemde de kullanmanın girişimlerini düzenli olarak sürdürmektedir .
Sovyetler Birliği’ne karşı hür dünyayı temsil ettiğini söyleyen batı devletleri , sosyalist sistemin çöküşünden sonra bölünmüşler ve özellikle İsrail lobilerinin batı ülkelerindeki etkinliklerine kızan bazı batı devletleri ,ABD hegemonyası altında kurulmuş olan Nato savunma örgütünden çıkmayı planlamışlardır . Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük Avrupa devletleri İsrail kontrolü altına girmiş ABD’ye kızdıkları için Nato’dan ayrılarak bir Avrupa ordusu kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır . Rusya ile paslaşan Almanya’nın bu gibi girişimlerinden rahatsız olan ABD , bunun üzerine İsrail’in yardımları ile Orta Doğu’da bir Arap Nato’ su kurabilmenin yollarını aramıştır . İki bin yıllık bir süre içinde iki tek tanrılı din çekişmeleri devam ederken , bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kuruluşuna Hrıstıyan batı devletleri her zaman için karşı çıkmışlar ve bu yüzden İsrail Avrupa kıtası içinde değil ama Orta Doğu’nun Asya topraklarında kurularak devletleşme şansını elde edebilmiştir .ABD’de Siyonizme inanan Evanjelik tarikatının mensupları İsrail macerasının ilerlemesine yardımcı olurken , İslam devletlerin büyük çoğunluğu emperyal bir saldırı ile gelen Siyonist devletin kuruluşuna karşı çıkmışlar ve sonraki aşamada da genişleme amaçlı saldırı savaşlarına karşı her zaman için karşı çıkarak bölge devletinden yana olmuşlardır . Bu yüzden İsrail’in yol haritası ,merkezi alanda her zaman saldırı senaryoları ile birlikte savunma stratejileri ile de uğraşmak olmuştur .
Avrupa ordusuna karşı bir Arap Nato’su peşinde koşan ABD , İsrail’in güvenliği için bölgesel bir savunma örgütünü oluştururken ,İsrail’in komşuları ile barışmasına öncelik verilmiş ve ABD’nin arabuluculuğu ile İsrail ve Arap ülkeleri arasında yakınlaşmalar gündeme gelmiştir . Kuruluşundan sonra yarım yüzyıl bölge devletleri ile savaşmak zorunda kalan İsrail, sonraki aşamada ABD aracılığı ile Nato korumasından yararlanmıştır . Küreselleşme ile birlikte ABD ordusunun bölgeye gelerek sıcak savaşlara yönelmesi İsrail’i Arap ülkeleri ile savaştan kurtarmış ve ABD’nin öncülüğünde batı savunma sistemi Yahudi devletini bölgedeki İslam yoğunluğuna karşı koruma yoluna gitmiştir . Arap milliyetçiliğinin önderi Saddam Hüseyin’in öldürülmesinden sonra ,Arap ülkeleri arasındaki dayanışma ortadan kaldırılmış ve bölge devletlerinin el altından gizli yollar denenerek yakınlaşma içinde olmaları sağlanmıştır . İsrail’in güvenliği için İran’a yönelik saldırılar artırılırken İsrail küçük körfez ülkeleri ile yakınlaşmaya yönlendirilmiş , İran’a karşı bir sünni Arap bloku oluşturulurken küçük devletler sonrasında Suudi Arabistan ve Mısır gibi büyük Arap devletleri de ,ABD baskıları altında İsrail ile açıktan ilişkiler kurarak , Orta Doğu ‘da İsrail lobilerinin istediği gibi Amerika ve Arap dünyası yakınlaşmasını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir . Bu arada gene ABD’nin baskıları ile bazı Kosova ve Sırbistan gibi küçük Balkan devletlerinin büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıyarak İsrail ile yakınlaşmaya doğru yönlendirildikleri görülmüştür . Kudüs’ün çevre ülkeleri tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması sayesinde ,İsrail’in bölge ülkeleri nezdinde prestijinin artırılmasına ABD yardımcı olmuştur . Orta dünya’da Avrupa ülkelerinin etkin olmaya çalışmasına izin vermek istemeyen Amerika’nın , kendi kontrolü altında bir Arap ordusunun kurulmasına öncelik verdiği ve İsrail devletinin de kendi güvenliği için ABD ile ortak hareket ederek ,yeni dönemde Şii İran ile laik Türkiye’ye karşı Sünni bir Arap blokunun oluşumuna , ABD-İsrail ortaklığı kontrolü altında yönlendirildiği ortaya çıkmıştır .
Küçük İsrail devletinin kuruluşu için iki dünya savaşının çıkartıldığını tarihi gerçekler ortaya koymaktadır .Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin karşı çıkması yüzünden kurulamayan Yahudi devletinin oluşturulması için Siyonist hareketin Nazizimi örgütleyerek, Hitler’in öncülüğünde ikinci dünya savaşını çıkartması sayesinde İsrail’in kurulmasına giden yolun açıldığını tarih kitapları bugüne aktarmaktadır . Şimdi de aynı doğrultuda bir üçüncü dünya savaşının çıkartılmaya çalışıldığı olayların gelişimi ile göze çarpmaktadır . İki dünya savaşı sonrasında kurulabilen Siyonist devletin büyütülebilmesi için şimdi de bir üçüncü dünya savaşının çıkartılması gerektiği öne sürülmekte , böylesine bir savaşın çıkartılabilmesi için İran’a karşı bir mezhep savaşı kışkırtılmakta ama ,Türk-İran işbirliği ile bölgede bir mezhep savaşı çıkartılması önlenmektedir. Yeni dönemde ortaya çıkan Almanya öncülüğünde bir Avrupa ordusu oluşumunun , merkezi alanda etkin olmasının önlenebilmesi doğrultusunda bir Arap Nato’su , Hırıstıyan dünyasına yönelik kışkırtılarak , küçük İsrail’in büyütülmesi doğrultusunda bir Müslüman-Hrıstıyan savaşı tarihten gelen dinler arası çatışma çizgisinde yeniden bugünün dünyasında çıkartılması için her yol denenmektedir . Orta Doğu’daki çekişmelerin bu çizgide yetersiz kalması nedeniyle sıcak çatışma ortamının iki dünya savaşının yaşandığı Balkanlar’da tekrar gündeme getirilmesiyle, İsrail devletini büyütecek bir üçüncü dünya savaşının , savaş lobileri ve silah şirketleri aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı artık açıkça görülebilmektedir .Savaş lobileri her zaman için barış lobilerine karşı üstünlük sağlamaktadırlar . Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunduğunun anlaşılmasının bölgedeki jeopolitik dengeleri sarstığı yeni dönemde , bir Doğu Akdeniz devleti olarak İsrail Arap devletlerini yanına çekerek bölgedeki Arap ülkelerini merkezi coğrafya’nın Türk devletleri olarak tanınan , Türkiye ve İran’a karşı savaşa yönlendirmeye çaba göstermesi , yeni dönemde İsrail’in yol haritasını giderek netleştirmiştir . İsrail yakın gelecekte kendisini büyütecek bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilmek üzere , Orta Doğu’da bir Arap-Türk savaşını tezgahlamakta ve bu doğrultuda yol haritasını gerçekleştirmek isterken , müttefiki olan Türkiye’yi açıkça karşısına almaktadır . Türkiye’de bu aşamada kendi yol haritasını gerçekçi bir biçimde barıştan yana oluşturmak zorunda kalmaktadır . Doğu Akdeniz ve Orta Doğu topraklarının fazlasıyla petrol ve doğal gaz kaynakları ile dolu bulunması nedeniyle bütün emperyalist devletler ve güçler yeni bir Akdeniz politikası geliştirmeye çalıştıkları yeni aşamada İsrail bölgedeki küçük Arap devletlerini yanına çekerek büyük Arap devletlerine karşı işbirlikçi bir cephe oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir . Şii İran’a karşı geliştirilen Sünni bloklaşma projesi bütün bölge ülkeleri tehdit ederken, yıllarca savaştığı Sünni ve Arap kökenli halkları yanına çekerek ve İran’ı açıktan hedef göstererek üçüncü dünya savaşı doğrultusunda yol haritasını yeni bir yörünge üzerine oturtmuştur . Küçük Arap ülkelerinin zenginliğini İsrail kullanmaya başlamakta ve bir byük dünya savaşı planlanırken bu işbirliğini yeni barış projesi olarak kamuoyuna yansıtmaktadır . Böylece kutsal topraklar üzerinde bir büyük savaş barış görünümü altında çıkartılmaya çaba gösterilmektedir .
Türkiye bir bölge ülkesi olarak komşu devletler üzerinden geliştirilecek her türlü savaş senaryosunun tehdidi altında kalmaktadır . Kendini bilen bir devlet olarak Türkiye Cumhuriiyeti binlerce yıllık Türk tarihinin birikiminden gelen akıl gücü ile böylesine tehdit senaryolarına karşı çıkacak ve kendini koruyacak bir güce ve düzeye sahip bulunmaktadır . Bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Evanjelik ve Siyonist lobiler savaş çığırtkanlığı yaparlarken , Türkiye’deki benzer lobiler de bu doğrultuda hareket edebilmektedirler . Türkiye yeni dönemde kesinlikle bölgeye saplanıp kalmamalı ve iki yüz ulus devletten oluşan dünya haritası üzerinde bütün , uluslar ve halklar ile işbirliği yaparak her türlü savaş senaryosuna karşı çıkabilmelidir . Türk devleti ile milletinin var olabilmesi ve Atatürk cumhuriyetinin ilelebet payidar kalabilmesi için her türlü provakasyon ve kışkırtma girişimlerine karşı gerekli olan önlemlerin alınması ve her alanda hazırlık çalışmalarının tamamlanması gerekmektedir . Dünya konjonktürü ile birlikte bölgedeki siyasal gelişmeler de birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası gündemin etkisi altında bulunduğu için , üçüncü dünya savaşına giden yolda Türkiye komşuları ve akrabası olan ülkeler ile dayanışma içine girerek kendini korumasını iyi bilmelidir . Bugün yaşanmakta olan zaman dilimi içinde dünyada , bölgede ve ülkede yaşanan bütün siyasal gelişmelerin altında bu makalede dile getiren sorun ana mesele olarak vardır . Bu ana meseleyi görmezden gelen ya da bu konu ile ilgili senaryolara bulaşan toplum kesimlerinin, kendi ülkelerinin güvenliğini tehdit altına atabileceğini herkesin öncelikle düşünmesi gerekmektedir . Bütün dünya ülkeleri hiç kimseye düşman olmadan bir araya gelerek, dünya barışını kurtaracak ortak dayanışma ve yeni örgütlenmeleri günümüz koşullarında gerçekleştirebilmelidir . Gerekirse yeni uluslararası örgütlenmelere acilen gidilmelidir . Bu konuda Birleşmiş Milletler örgütünü dünya halkları acilen göreve davet etmelidir . Unutmayalım ki ,sadece İsrail’in değil Türkiye ve bütün dünya devletleri ile milletlerinin eşit koşullarda beka sorunu vardır. Dünyanın beka sorunun tüm insanlık tarafından acilen ele alınarak çözüme kavuşturulması gerekmektedir , Unutmayalım , sadece İsrail’in bekası , Türkiye’nin ya da bir başka devletin fedası olamaz .


ANKARA KALESİ - 273
K Ü L T Ü R E L Ç A T I Ş M A L A R V E K İ M L İ K K R İ Z İ
Prof.Dr. A N I L Ç E Ç E N
Kültür insanlığın yaptığı her şeydir . İnsan emeğinin ürünü olan kavramlar , simgeler, varlıklar ,düşünceler ve her türlü maddi olguların oluşturduğu bütüne genel olarak kültür adı verilmektedir . İnsan çalışan, üreten ve yeni maddeler ya da düşünceler üreten yapısı ile var olan kültürel yapıların yaratıcısıdır . İnsanlığın gelişim süreci içinde bilgi üretimi ile kültürel yapılar arasında doğrudan doğruya ilişkiler kurulmuş ve her türlü üretim bir araya geldiğinde ,insan toplumlarının değişim süreci içinde yeni kültürel yapılanmalar ile karşı karşıya geldikleri görülmüştür . Bilim hayatında var olan birikim ve bunlar arasında gündeme gelen yeni yapılanmalar , toplumların içinde yaşadıkları kültürel ortamları etkilediği gibi, zaman içerisinde toplumu dönüşüme zorladığı ve bugüne yönelik etkilenmeler yarattığı her dönem gündeme gelen gelişmeler ile doğrulanmıştır . İnsan toplumları geçmişten gelen geleneksel kültürel yapıları içinde yaşamlarını sürdürürken , bilimsel çalışmalar ve araştırmaların sonucunda ortaya çıkan yeni yapılar doğrultusunda eskisinden çok daha farklı bir yeni kültürler yavaş yavaş ortaya çıkmış ve zaman içerisinde kendisini yaşayan toplumsal yapılara kabül ettirerek , eski kültürlerin karşısına yeni kültürel oluşumlar olarak çıkmıştır .Tarihin her döneminde eskisinden çok farklı kültürel ortamlar birbirini izleyerek insanlığın bugüne kadar gelişerek gelmesini sağlamıştır . Kültürel yapılar insanlığın geçmişinden gelen zenginlikler olarak bugünlere gelmiştir .
Yeryüzünün her bölgesinde yayılan ve zamanla ayrı toplumlara dönüşen insan kalabalıkları çok farklı kültürel yapılar ile karşılaştığı zaman , geçmişten gelen farklı kültürel yapıların çekişme ve çatışma aşamalarına doğru kaydıkları görülmektedir . Sonunda her ülkede işbaşına gelen siyasal iktidarlar devletlerin insan unsurunu temsil eden toplumsal yapıları ,var olan rejimlerin sosyolojik tabanını oluşturma doğrultusunda geçmişten gelen karışık kültürel ortamları düzelterek, ülkenin kültürel yapısında bir bütünleştirme çabası içine girdikleri görülebilmektedir . Ülkeden ülkeye değişen durumlar dikkate alındığında var olan devlet yapısının homojen bir toplumsal temele dayandırılmaya çalışıldığı ve bu doğrultuda birbiri ardı sıra devreye sokulan bütünleştirme çabalarının zaman içerisinde birbirine uyumlu kültürel oluşumlara doğru değiştiği görülmektedir . Ülkelerin ve devletlerin kendi iç alanlarında müdahale ederek oluşturmaya çalıştıkları homojenleştirme girişimlerinin sonucunda ,ulus devletlerin çatısı altında ulusal kültür oluşumlarına doğru geçildiği görülmektedir . Ne var ki , ülkelerin kendi iç koşullarının ürünü olan ulusal kültürlerin zaman içerisinde dışa açılmaları ve evrensel kültür ile bir etkileşim sürecine yöneldikleri aşamada iç ve dış kültürler arasında karşılıklı etkileşim kademeleri ortaya çıkmakta ve bu nedenle de bütün kültürel yapıların aralarında bulunan farklılıklar yüzünden ,çekişme ya da çatışma ortamlarına doğru sürüklendikleri görülmektedir . Bu tür gidişlerin sonucunda da kültürel çekişmeler daha da ileri giderek zamanla çatışma ortamlarına dönüşebilmektedirler .
Değişik toplumların sahip oldukları özel koşullar ortaya birbirinden çok farklı kültürler ortaya çıkarabildiği gibi , değişik toplumların ürettikleri kültürel yapıların da birbirlerinden farklılaşarak uzaklaştığı da göze çarpmaktadır . Yerel kültürler arasındaki farklılıklar , ortaya kültürel görecelik kavramı ile ifade edilen bir ayrışma olgusunu çıkarmaktadır .İnsanların yaptığı her şeyin toplamı olan kültür, bir insanlar arası etkileşim yaratarak insan toplumlarının bütünleşmesine çeşitli katkılar da bulunmaktadır . İnsanlar kendi kültürlerini ürettikleri gibi zaman içerisinde biriktirerek ve koruyarak toplumsal yaşamın insani boyutlarının belirlenmesinde kültür alanının simgelerinden yararlanırlar .
İnsanların kültürün hem yaratıcısı hem de kullanıcısı konumundan gelen yaşam düzeni , her kültür kendi yapılanmasının özelliklerini taşıyan simgelere sahip olmuş ve kültürel çalışmalar yürütülürken kültür eserleri aracılığı ile simgesel birikimlerin süreklilik içerisinde kullanımlarına önem verilmiştir . Tüm insanlığın malı olan ortak kültürel ögeler olduğu gibi ,bir kültürden diğerine geçerken değişen ögeler de vardır . Kültürün bir kısmı evrenselliğe doğru yönelirken diğer kısımları ülkesel ya da ulusal özellikler doğrultusunda yerel alanlar da etkinlik kazanabilmektedir . Batı emperyalizmi bütün dünyaya yayılırken , kendi kültürünün önde gelen simgelerini kullanmış ve bu yoldan dünyanın diğer bölgelerinde uzun dönemler boyunca etkinlik sağlanmıştır . Böyle bir durumun yaratılmasında batı dünyasında gerçekleştirilen bilimsel devrimlerin olumlu katkıları olmuştur . Çeşitli bilim dallarında yapılan araştırmalar ve deneyler bilimsel gelişmeleri beraberinde getirirken, kültürel alanda da yakın etkiler ve dönüşümlerin önünü açmıştır . Bilgi üretimi ile kültür üretimi aslında iç içe geçmiş olan süreçlerin bir bütünüdür .Batı hegemonyasının gündeme getirdiği bilimsel gelişmeler, kültürel alanda dönüşümleri zorlarken bu aşamada eski ve yeni kültürler ile birlikte iç ve dış kültürler ya da ulusal ve evrensel kültürler arasında bir farklılaşma da kendiliğinden ortaya çıkarak , çok yönlü kültürel çatışmaların önünü açmakta ve kültürel zenginlikler giderek kaos ortamına dönüşmektedir .
Kültürler arasındaki farklılıklar zaman içerisinde çekişme ve çatışmalara dönüşürken ,dünya düzeni açısından da yeni handikapları ortaya çıkarmaktadır . Emperyalizm ve sömürgecilik batı kültürünü en üst düzeyde geçerli kılmaya çalıştığı için iç ve dış ya da ulusal ve evrensel ve de en üst düzeyde geçerli ya da en alt düzeyde geçersiz kültürler olarak, farklı kültürel yapılanmaların tartışma alanına gelmesine yol açmaktadır . Farklılıkların çatışma ortamına sürüklediği ayrı kültürel yapılar arasındaki yarışın hiçbir zaman kazananı olmamıştır, çünkü insanlık zamanla bilinçlendikçe hiçbir kültürün en üst düzeyde olması ya da hiçbir kültürün diğerlerinden üstün olamayacağı gibi bir gerçeklik genel anlamda kabül görmeye başlamıştır . Gelişmiş ülkeler kendi ileri kültürlerini bütün dünya ülkelerine empoze ederken , insanlığın dünya kıtalarını ve adalarını keşfetme süreci içinde geri kalmış bölgelerde de son derece özgün yapılara sahip olan ileri düzeye gelmiş geleneksel kültürlerle de karşılaşılmıştır . Bütün yerkürenin keşifleri tamamlanınca hiçbir kültürün birbirinden üstün olmadığı ama aksine birbirlerinden çok farklı oldukları için dünya platformunu bir çiçek bahçesi görünümünde rengarenk bir ortama getirdiği anlaşılmaktadır . Birbirinden çok farklı özellikler taşıyan yeryüzü coğrafyaları , doğal olarak birbirinden çok farklı kültürel ortamlar yaratmakta ve iklimler ile doğal yapıların etkinliği doğrultusunda insanların birbirlerinden çok farklı çizgilerde kavrama, anlama ,düşünme ve değerlendirme yeteneklerini ortaya çıkarmaktadır . Böylece kültürel alanın doğal olarak göreceli bir saha olduğu ve bu yüzden de her kültürü diğer kültürler ile karşılaştırırken , görelilik kriterini öncelikle dikkate almak gerekmektedir .
İnsanlar sanıldığı gibi sadece doğrudan doğruya fiziksel çevresi ile nesnel bir ilişki içinde değildir . İnsan maddi bir varlık olduğu gibi sahip olduğu manevi değerler üzerinden de bir kültür ortamının belirlediği kimliklere sahip kılınmaktadır . İnsanlar içinde yaşadıkları fiziksel çevreyi daha iyi anlamak ya da kendi yaşam biçimlerine uygun bir duruma getirmek için, toplumsal değer yargıları ile yakından ilgilenmekte ve bunlar üzerinden de kendi toplumlarının kültürel yapısının farklı bir kimlik kazanmasına aracı olmaktadırlar . Kültürel alanın toplumsal yapı üzerine otururken kültürlerin simgelerinden yararlanmaları doğal olarak öne çıkmaktadır . Gerçeklik ortamının özellikleri ile kültürel alanın simgeleri her zaman için uyumlu olmayabilir . Gerçek dünyanın nesneleri ile uğraşmak genellikle kültür ortamının simgeleri ile ilgilenmekten çok daha zor bir uğraştır . Düş dünyasının ürettiği düşsel simgeler kültür yaratma işini sürdürürken ,var olan yaşam düzeninin dayandığı gerçeklikler, bütünüyle farklılıklar dünyası yarattığı için, kültürel alanda istenmeyen belirsizlikler ortaya çıkmaktadır. Nesnelere oranla simgelerle uğraşmak çok daha kolay bir iş olduğu için kültür alanındaki gelişmeler gerçeklik dünyasındaki yeniliklere oranla daha hızlı bir biçimde devreye girmektedir . Simgelerin en önemli özellikleri çok daha büyük kavramları ya da geniş boyutları bulunan konuların ele alınarak açıklanmalarında önemli katkılara sahip olmalarıdır . Simgelerin fiziksel dünyada bulunan nesnelere karşı çıkması ya da karşı çizgide bir varlık alanı yaratmaları söz konusu olamayabilir . İnsan için tek evren sadece fiziksel alan değil ama simgelerle ifade edilen diğer alanlar da alternatif alanlar olarak devreye girmektedir . Dil, din, sanat , mitoloji ve efsaneler de insanlık için alternatif evrenleri gündeme getirirken, kültür denilen çok yönlü alana doğru bir yöneliş gündeme gelmektedir . Farklı simgelerin ele alınışı ya da kendiliğinden ortaya çıkışları ,insanoğlunun birbirinden çok farklı evrenlerde yaşadığının en açık göstergesi olarak görülmektedir .
Kültürel yapıların dayanak noktası olarak gördüğü simgelerin birbirinden çok farklı olması kültür alanında da homojen bir yapılanma yaratabilmeyi mümkün kılmamaktadır . Simgeler evreninin değişkenliği ,insanoğlunun yer yüzünde toplumdan topluma farklılık gösteren simgesel oluşumlar içerisinde yaşadığını göstermektedir . Bir simgenin insanlık için anlamlı olabilmesi için simgeler arasındaki bağlantıların düzenli olarak kurulması gerekir. Simgelerin birbirleriyle olan ilişkilerine dayanarak anlam çıkarabilmek için her türlü bağlantıların bir sistem içerisinde ele alınması gerekir . İçi boş kalıplar konumundaki simgelere anlam verilebilmesi için, belirli yaklaşımlar çerçevesinde içerik kazandırma çalışmaları yapılmaktadır . Simgelere anlam kazandırmak için her zaman için yeni düzenlemelere gereksinme vardır . Her simgesel sistem , kültürel ya da sanatsal kurgular olarak belirli doğrultular da içerik ya da anlam kazanırken , ülkelerin toplum düzenleri içerisinde yer alan kültürel oluşumların da önleri açılabilmektedir . Kültürel yaklaşıma göre simgeler fiziksel gerçeklikten az ya da çok uzaklaşabilirler . Nesnelere oranla simgelerle oynamak daha kolay bir iş olduğu için onları ele alarak yeni anlatımlar ya da sanatsal eserler yaratmak mümkündür . Toplumun ve insanlığın çeşitli sorunlarının ele alınarak farklı anlatımlarla dile getirilmesi düşünce boyutuna ulaşabilmektedir . İşte bu aşamadan sonra bilim ile kültür arasındaki ilişki düzeni değişmekte ve farklı yaklaşımlar birbiri ardı sıra öne çıkmaktadır . Bu durumda kültürler arasında var olma yarışı çekişme üzerinden çatışma aşamasına gelebilmektedir . Her simgesel sistem özerk bir biçimde kendi yapısına ya da kurallarına göre değişim içindedir . Toplumsal yapıların kültürler arasındaki farklılıkları artırdığı açıkça ortaya çıkmaktadır . Evrensel olduğu öne sürülen kültürlerin de bazan bir ülkeden diğerine önemli ölçülerde farklı çağrışımlar yaptığı görülebilmektedir . Bir kültürden diğerine geçerken simgeler arasındaki eski ilişkiler gelişerek çok daha farklı bir biçimde değişme aşamasına gelmektedir .
Genel anlamda insanlar içinde yaşadıkları çevreye uyum gösterecek biçimde kültürel çevre tarafından donatılırlar. Donanımı öngören eğitim süreci insanın doğumu ile başlayıp yaşamı boyunca sürüp gider . Davranış biçimleri birey tarafından bazen bilinçli bazen de bilinç dışı yollardan kazanılır . İnsan kültürel çevresi ile sürekli etkileşim altındadır . İnsanlar bir yandan çevresinin kültürel değerlerini ,davranış biçimlerini ve kavramayı kolaylaştırıcı simgeleri öğrenirken, öte yandan da kişisel becerileri oranında öğrendiklerini zenginleştirerek yaşam çevresine sunarlar . İnsanlar içinde doğdukları toplum yapısının kültürel değerleri ve simgeleri ile kendiliğinden karşı karşıya geldikleri aşamada, karşılıklı etkileşimler ile yeni kültürel bakış açıları ve değerleri devreye girerek bu alandaki simgesel yapılanmanın daha da zenginlik kazanmasına yardımcı olurlar . Her insan kuşağı kendilerine kaldığı gibi kültürü bir miras gibi kullanarak ve çeşitlendirerek ve zenginleştirerek yeni kuşaklara bu yapıyı devrederler . Toplumda yaşayan bireylerin birbirlerinden çok farklı davranışlara yönelmesi sosyal bir kaos ortamı yaratacağı için ,bu aşamada kültürün işlevi bireylerin davranışlarını ortak bir zemin ve doğrultuda tutma çabası olarak tanımlanabilir. Her kültürel yapının kendine göre bir insan modeli tümüyle doğal karşılanması gereken bir durumdur . Bu yoldan ortaya çıkarılan insanlar ,etkileşim aracılığı ile içinde yaşadığı kültürün evrimleşmesini sağlayan iç dinamiklere katkı vererek , içinde bulunduğu çevresini zenginleştirecek ve zamanla toplumsal yaşama katkıda bulunacak ekonomik bir değer yaratacaktır . Toplum içinde bu gibi gelişmeler ortaya çıkınca kültürün kurumlaşması ya da örgütlenmesi adı verilen bir gelişmeler gündeme gelerek , daha kalıcı bir yapılanma içinde kültürün yeni bir düzene kavuşturulması için çaba gösterirler . Kültür örgütleri büyük bir organizma olarak yapısallık kazanan toplumun sosyal çalışma ya da etkinlik örgütleri olmak durumundadırlar . Kültür dünyasının uzantısı olarak gerçeklik kazanan kültürel yapılanmalar , toplumların üst ve alt yapıları ile uyumluluk içinde oldukları aşamada, sosyal sistemin çatısı altında varlıklarını daha güçlü bir konumda sürdürebilmektedirler. Geleceğin kültürünün daha ileri bir düzeyde gelişebilmesi için toplumsal güç kazanma önemli bir unsur olarak öne çıkmaktadır .

İnsanlar ile örgütlerin dayandıkları varsayımlar farklı olduğu için makro düzeydeki çalışmalarda bunlar arasındaki ayrılıklar kendiliğinden gündeme gelebilmektedir . Kültür örgütleri açık sistemler olarak sosyal çevreler ile yakın ilişkilerini sürdürmektedirler . Son dönemlerde çok hızlı bir biçimde ortaya çıkan teknolojik yenilikler doğrultusunda çevresel kültür alanında önemli değişiklikler günışığına çıkmıştır . Bilim ve teknik alanlarında yaşanmakta olan hızlı değişim belirsizlikleri artırdığı için sosyal çevrelerin yeniden oluşumunda , gücü temsil eden bilgi eskisine oranla daha çok belirleyici bir aşamaya gelmektedir . Yeni gelinen bu aşamada kültürel farklılaşma kaçınılmaz bir biçimde örgütlerin çalışmalarını da etkilemektedir . Yöneticiler böylesine ortamlarda kültürel işlevlerini ortak değerlere bağlı kalarak yürütmek zorunda kalmaktadırlar . Toplum içindeki merkezlerin arasında bulunan güç mesafelerinin böylesine durumlarda , kültürel değerleri eskisinden farklı bir biçimde ele almasıyla birlikte yeni kültür değerleri insanlığın gündeminde yerini almaktadır . Dünya haritasına bakıldığı zaman her ülkenin kendi kültürünü yaratarak evrensel alanda öne geçmeye çaba gösterdiği anlaşılmaktadır . Büyük gelişmiş ülkelerin sahip oldukları bilgi birikimi ile dünya ülkelerine yönelik bir kültür emperyalizmi içerisine girmeleri, dünyanın gelişim çizgisi üzerinde yönlendirici baskılar yaratmıştır.Bir kültürün temel yaratıcısı olarak emperyalizm her açıdan etkin olarak kültürler arasındaki çatışmaları tırmandırmaktadır .Emperyal merkezler diğer ülkeleri kendilerine bağlama doğrultusunda kültürü siyasal baskı aracı olarak kullanmaktadırlar .
Kültür açısından hava ve su kadar yaşamsal önem taşıyanana konulardan birincisi özgürlük sorunudur . Burada özgürlüğün insanlarla olan bağlantısı ile toplumlar üzerindeki yönlendirici etkilerinin kültür dünyasını n biçimlenmesinde birinci derecede yansımaları olduğu söylenebilir . Ülkelerin siyasal sistemleri içerisinde özgürlük kavramı en önde gelen bir doğal hak olarak görülmektedir . Özgürlüklere tam olarak sahip olmak isteyen toplumlar bu doğrultuda bağımsızlık savaşlarına kalkışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır . Tam anlamıyla özgürlükler düzeni kurulmadan kültür ve sanat özgürlüklerine normal koşullarda sahip olabilmek mümkün değildir . Özgürlüklerin politik olduğu kadar sosyal ve düşünsel boyutları da olduğu ve böylesine bir bütünlük içerisinde konu ele alındığı zaman ancak bazı sorunların aşılabileceği anlaşılmaktadır .İnsanlığın gelişim süreci içerisinde batı dünyasının gelişmişlik düzeyine gelmesi uzun mücadeleler sonucunda gerçekleşmiştir . İnsan doğasına uygun bir yaşam biçimi bugünün kültür dünyasını yaratmıştır . Kapitalist toplumlarda bireyciliğin öne çıkartılması beraberinde özgürlük sorununu da getirmiştir . Ne var ki , toplumsallığın ağır bastığı durumlarda ise kitlesel yaşam düzenleri öne çıkmıştır . Halk yığınlarının bir toplum olarak birlikte yaşamalarıyla öne çıkan bugünkü devlet yapıları ve siyasal düzenlerin devam edip gitmesinin hukuk devletlerinin ve kamu düzenlerinin öncelik kazanmasına yol açtığı aşamalarda ise, özgürlüklerin geride bırakıldığı ve daha çok düzenlilik içinde bir toplumsal yapı doğrultusunda kültürel oluşumların gündeme geldiği görülmektedir . Kültür ve doğa ilişkilerinin belirli soyutlamalardan uzak tutulması , kültürlerin çeşitliliği ile sosyal yapıların farklılığını daha belirgin olarak ortaya çıkarmaktadır . Toplumsal geleneklerin devam ettiği bir ortamda kültürel alandaki yenilikler öncelikle karşıtlık ortamlarına doğru gidişi örgütlemektedir.
Bilimsel gelişmeler özgürlük ortam içinde gerçekleştiği gibi kültürel hak ve özgürlükler gelişme yolunda ilerleyebilmek için de bilim gibi ortak bir özgürlük alanı ararlar .Bilimin gelişmesi ile birlikte ilk çağlardan gelen inançlar devre dışı kalmış ve bilimsel yaşama uygun bir çizgide yeni kültürel oluşumlar ortaya çıkmıştır . Özgürlük genel anlamda bir haktır ama bütün haklar özgürlük değildir . Özgürlük bütün hakların ortak kökeni olduğu kadar, kişilerin toplum içerisindeki hareket alanını da belirlemektedir. Özgürlük kişilerin toplum içinde sahip olduğu bağımsızlık alanıdır .Kültür ise insanlığın temel taşı olarak toplumların geleceğini yönlendirmektedir . İnsanların içinden geldikleri toplumsal yapıların birbirinden farklı ve özgün özellikleri kültürel alanda belirleyici olmaktadır . İnsanların bilinç ürünlerinin toplamı kültür kavramının karşılığını oluşturmaktadır . Kültürlerin yaratılmasını , aşılanmasını ve yeni nesillere aktarılmasını eğitim disiplini gerçekleştirmektedir . Kültür bir yaşama biçimi olarak, insanların doğal olaylardan ve zorunluluklardan kurtulmasıyla ortaya çıkmıştır . İnsanların düşünce ve yaratıcılık etkinlikleri kültürleri yakından ilgilendirmektedir . Toplumları ulus yapan ögelerin başında yer alan kültür olgusu yıllarca yaratıcılık ile beslenmiş ve günden güne de bilimsel gelişmelerin etkisiyle çağdaşlaşamıştır . Kültürler karmaşık bir yapıya sahip oldukları için toplumların kaynaşmasında vazgeçilmez rollere sahiptir . Kültürlerin çok yönlülüğü bireylerin çok farklı çizgilerde topluma açılabilmelerini ve değişim sürecine değişik katkılar ile katılma şanslarının da gerçekleşmesine destek sağlayabilmektedir . İnsan toplumlarının her şeyi barındıran çok yönlü yapılanmaları açısından kültür de benzeri bir yapılanma doğrultusunda sosyal oluşumlara katkıda bulunmaktadır . Bilgi,düşünce ve değer yargılarının bir araya gelmesiyle oluşan kültürel modeller bir anlamda toplumsal geleneklerin bütünü olarak görünmektedir . Toplumsallaşma ve uluslaşma süreçlerinin belirginlik kazanması noktasında , kaynaklık yaparak destek olan kültürlerin her türlü sosyal oluşum açısından belirleyici bir etkisi olmaktadır . Her toplum için , sosyal yaşam düzeni aynı zamanda kültürel yaşam yapılanması olarak görülmektedir . Eğitim ve kültürün birbiriyle çok yakın bir konumda olması nedeniyle , eğitim kültürün yaygınlaşmasında birinci derece rol sahibidir .
Küreselleşme akımı bütün dünyayı tek bir dünya devletinin çatısı altında toplamaya çalışırken , her şeyin küreselleşmesi aşamasında kültürel alanın da globalleşmesi gündeme gelmiştir , Var olan ulusal kültürler dışlanırken , yüzlerce yıl öncesinden gelen geleneksel toplum ve devlet düzenlerinin karşıya alındığı ,hatta bunların zaman içinde tasfiye edilmesine çalışıldığı ,yeni dönemde siyasal ve askeri savaşlara benzer bir biçimde kültürel çatışmaların da dünya kamuoyu önünde gerçekleşmeye başladığı anlaşılmıştır . Küreselleşme akımı ile birlikte dünya küçülürken , çok çeşitli kültürlere gerek olmadığı ve bu doğrultuda bütün dünya için geçerli olacak tek bir küresel kültürün oluşturulmasına öncelik verilmiştir . Yerel sınırların aşıldığı , yer ve zaman kavramlarının önemsizleştiği , farklı kültür yapılarının dışa açılarak birbirleriyle çok yönlü ilişkilere girdiği bir küresel kültür oluşturma dönemine geçilmiştir . İletişim alanında gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yenilikler , küresel kültüre geçiş aşamasında son derece belirleyici olmuş ve bunun sonucunda iletişim araçları ile birlikte küresel kültür hem oluşturulmuş hem de bütün dünya ülkelerine yayılmıştır . Bütün dünyayı tek bir küresel köy olarak tanımlamaya çalışan küresel emperyalistler , sahip oldukları ekonomik ve teknolojik güçleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak küresel bir kültürü insanlığın önüne sermek için yıllarca yoğun çabalar göstermişlerdir . Ulusal devletlere karşı çıkan bir çizgide gündeme gelen küreselleşme akımı , ulusal kültürleri dışlayarak bunların yerine her yerde geçerli olacak bir küresel kültürün yaratıcısı olmaya çalışmıştır . Merkezden çevreye yayılan batı kültürü kurulmakta olan küresel kültürün çekirdeği olarak işlenmiş ve yeni oluşturulan küresel değerler batı kültürü üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır . Küreselleşme akımı baskıcı bir biçimde sürdürüldükçe , bu doğrultuda bir homojenleşme eğilimi ortaya çıkmış ve bütün insanlığın tek tip bir kültürel oluşum içerisinde yerini almasına çalışılmıştır . Her alanda küreselleşme emperyalizmin baskılarıyla sürdürüldükçe , kültür alanında da dışarıdan yönlendirmeli ve baskıcı bir oluşum süreci örgütlenerek , tekdüze bir sisteme dayanan dünya devletine giden yol açılmaya çalışılmıştır . Medya yolu ile bütün dünyaya pazarlanan küresel kültür oluşumu bugünün bütün ulus devletlerin kültürel yapılarını dışlayarak, kapitalizmin demir yumruğu altında her yerde geçerli kılınmaya çalışılmaktadır .
Ulus devletler ile birlikte ulusal kültürler devam ederken küresel kapitalizmin bütün dünyaya tek bir devlet ile birlikte tek bir kültür empoze etmesi bugünün dünyasında önemli bir kültür çatışması yaratmıştır .Şimdiye kadar , iç-dış, alt-üst ,yerli-yabancı gibi farklı kimlikler üzerinden kültürel çatışmalar devam ederken , son dönemde ortaya çıkartılan küreselleşme akımı çerçevesinde şimdi de ulusal-küresel ayırımı çerçevesinde yeni bir tür kültürler arası çatışma ortamı yaratılmıştır . Her kültürün özgün olduğu ve birbirinden çok farklı değerler taşıdığı ve hiçbir kültürün diğerinden üstün olamayacağı gibi bilimsel doğrular devam etmesine rağmen ,eskiden bu yana devam eden kültürler arası çatışma ortamına bir de ulusal ve küresel kültürler arasındaki çelişkilerin eklenmiş olması, insanlık açısından kabül edilemeyecek bir olumsuz durumdur .Kültür alanında geçmişten gelen çelişki ve çatışmalar devam ederken , bir de ulusal ve küresel çatışmaların ciddi biçimlerde çatışma ortamları yaratması yeni bir kaos ortamını da beraberinde getirmiştir . Soğuk savaş sonrası dönemi bir kaos ortamı olarak değerlendiren küresel merkezler, kültür alanını da kendi hegemonya alanı olarak seçtikleri bu yeni aşamada , kaosu derinleştiren yolda emperyalist yollarını sürdürmek istemektedirler . Bu amaçla tam bir çıkarcı ve komplocu siyaset sonuna kadar zorlanmaktadır .
Çatışan kültürlerin çok ciddi boyutlarda kimlik krizleri yarattığı birçok ülkede göze çarpmaktadır . Özellikle beş yüz yılı bulan bir geçmişe sahip olan ulus devletlerin, kendi toplumları ile birlikte ortaya çıkardıkları ulusal kültürlerinden vazgeçmelerinin kolay kolay mümkün olamayacağı son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler ile birlikte anlaşılmaya başlanmıştır . Tarihsel dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkmış olan ulus devletlerin kendi ulusal toplum yapıları ile yüzlerce yıl birlikte yaşamaktan ileri gelen ortaklıklarının görmezden gelinmeyecek bir kenetlenme yarattığı görülmekte ve küresel saldırılara karşı ulus devletler kendi ulusal toplumları ile işbirliği yaparak direnmektedirler . Ulus devletlerin yüzlerce yıllık birlikte yaşamaktan ileri gelen ulusal kimliklerinin gurur ve onur ile sürdürüldüğü bir aşamada ulusal kültürlere saldırılması çok büyük rahatsızlık yaratmaktadır . Bir ulusun oluşumu sırasında o toplum içinde var olan vatandaşlar uluslaşma ile birlikte ulusal kimliklerine kavuşmuşlardır . Dış güçlere ve emperyalist devletlere karşı bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş olan ulus devletlerin kahraman vatandaşları , bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ulusal kimliklerini bir gurur ve onur yansıması olarak taşımayı sürdürmeye çalışmakta ve hiçbir biçimde bu ulusal kimliklerinden vazgeçmeyerek bu statülerini sonuna kadar korumaya çalışmaktadırlar . Böylece ulus devletlerin ulusal vatandaşları , küresel emperyalizmin tek dünya devletine yöneldiği yeni aşamada hem ulusal kültürlerine hem de ulusal kimliklerine sahip çıkarak ve gerektiğinde ulusal bir dayanışma içinde hareket ederek, küresel emperyalizmin bölücü ve yıkıcı saldırılarına karşı her yönden direnişe geçmektedirler .Bu çerçevede bugünün ana çelişkisi olarak ulus devletler ile küresel şirketler çatışmasının ortaya çıktığı yeni aşamada , ulus devlet kimliği ya da ulusal vatandaşlık küreselci kimliğine ters düşmekte ve küreselcilerin seçtiği ya da satın aldığı işbirlikçi kadroların küresel kimliklerinin daha henüz dünya halklarını temsil eden bir aşamaya gelemediği görülmektedir .
Her kültür farklı koşulların sonucu olduğu için hiçbir kültür birbirine benzememektedir. Bu nedenle de kültürel yapılar arasında her zaman için çelişkiler , çekişmeler ve çatışmalar doğal olarak ortaya çıkmaktadır . İç-dış, alt-üst , geleneksel-modern ,yerel-ülkesel , ulusal ya da küresel ayırımları devam ettiği sürece, farklı kültürlerin çatışma içinde olması kaçınılmazdır . Hiçbir kültürün üstün olmadığını bilerek bütün kültürlere eşit mesafede durulduğu zaman , kültürler arasındaki çatışmaları sona erdirecek bir hoşgörü ortamı yaratılabilecektir . Bugünün ana meselesi olan emperyalizmin küresel kültür dayatmasına karşı, bütün ulusal ve ülkesel kültürlerin kendini koruma ve direnerek var olma hakları olduğunu bir kez daha tekrarlamakta ulusal yarar vardır . Kültürler çekişir , çatışır ama birbirlerini yok edemez . Her kültürel yapının birbirine saygılı davranmasının güvence altına alınması uluslararası kültürel mirasları koruma sözleşmeleri doğrultusunda kaçınılmazdır . İnsanlık tarihi boyunca sürüp giden savaşların devletlerarası rekabet yarattığı noktalarda , devletler karşı tarafa zarar vermek için kültür eserlerine saldırmakta ve bunların yıkılmasına giden yolda bombalamalar ile insanlığın ortak mirası olan kültür eserlerini yok etmektedirler. Çağdaş uygarlık düzenleri geçmişin birikimi üzerine kurulu olduğu için, kültür adına ne varsa bunların koruma altına alınması ve müze ya da kültür merkezi gibi yerlerde saklanarak gelecek kuşaklara zarar görmeden aktarılmaları , bilimsel bilgi birikimi için gerekmektedir . İnsanlık adına geçmişin kültür mirasına sahip çıkılırken , bugünün siyasal ortamında savaş gibi sıcak çatışmaların kültürel yapılara zarar vermesi kesinlikle önlenmelidir .
Her kültür bir toplumsal yapılanma olarak ,toplum içinde yaşamını sürdürmekte olan insanlara o toplumun kimliğini kazandırmaktadır . Aynı toplum içinde birlikte yaşayan ve birbirinden çok farklı değişik kimliklere sahip olan vatandaşların, kimliklerinin birer kültürel zenginlik olarak kabül edilmeleri ile birlikte, çağdaş demokratik rejimler gerçeklik kazanabilmektedir . Bu durumun tersi bir doğrultuda herkes kendi alt kültürüne uygun bir toplum düzeni kurmaya kalkıştığı zaman ise kültürler arası çekişmelerin çatışmaya dönüştüğü ve zamanla güçlü toplumsal kesimlerin kendi kültürlerini esas alan ulus devletleşme sürecine yöneldikleri görülmektedir .Ulus devletler toplumun büyük kesiminin kültürüne bağlı olarak kurulurken , aynı toplum içinde yaşayan diğer grupların kültürel yapıları da demokratik düzen anlayışı çerçevesinde varlıklarını koruyabilmektedirler .Bu gibi durumlarda egemen kültürel yapının diğer kültürlere karşı hoşgörü göstermesi ile birlikte ,daha küçük toplum kesimlerinin içinden çıkacak olan azınlık kültürlerinin de, bölücülükten uzak durarak çok kültürlü bir yaklaşım çizgisinde önce birlikte yaşamayı ve daha sonra da bir toplumsal mutabakat çerçevesinde, barış içinde birlikte yaşamayı savunmaları ile ülke, bölge ve dünya barışı açısından toplumsal barışın korunabilmesi için zorunlu bir durum olarak acilen öncelik kazanmaktadır .Eğer var olan devlet düzenleri içinde barış içinde birlikte var olma süreci başarıyla gerçekleştirilebiliyorsa, o zaman her ülkenin durumuna göre ,var olan devlet düzeni çatısı altında gündeme gelen ortak yaşam düzeninin, zaman içerisinde oluşturabileceği kültür ortamı içinde devlet gerçekliğine dayanan bir ortak vatandaşlık kültürü oluşturulabilmekte ve siyasal kimlikler de bu ortak kültürel kimlik temel alınarak tanımlanmaktadır . Çatışan kültürlerin iç ve dış savaşlara dönük olumsuz gelişmelere yol açmasının önlenebilmesi ve zaman içinde kimlik krizlerinin ülke düzenlerini bozmaması için , kültür zenginliğinin yarattığı hoşgörü ortamları acilen demokratik siyasal düzenlere dönüştürülmelidir . Böylece barış içinde birlikte var olma ve yaşama şansı uygulanarak tüm insanlığa barış getirecektir .

ANKARA KALESİ - 280
D OĞ U A N A D O L U’ D A İ Ç G Ü V E N L İ K V İ L A Y E T L E R İ
Prof. Dr. A N I L Ç E Ç E N
Türkiye Cumhuriyeti beş kıtadan oluşan dünya yapılanmasının tam ortasında bulunan üç kıtanın arasında yer alan merkezi bir devlettir . Bu nedenle dört bir yanda meydana gelen siyasal olaylar ve gelişmelerin doğrudan etkilediği bir jeopolitik konuma sahip bulunmaktadır . Bu yüzden üç büyük kıta üzerinde yer alan ülkelerdeki gelişmelerin doğrudan , uzaktaki Amerika kıtasında ortaya çıkan gelişmelerin ise dolaylı olarak etkilediği bir yapısal özelliğe sahip bulunmaktadır . Ülkeye kuş bakışı olarak baktığınız zaman, doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde gündeme gelen her türlü hareketten doğrudan etkilenen bir durumun , Türklerin ülkesini her zaman için etki altına aldığını ve zaman içerisinde kıtalardaki gelişmeler doğrultusunda yönlendirmeye yönelik bir baskı yarattığı artık herkesin gördüğü bir siyasal gerçeklik olarak dünya kamu oyuna yansımaktadır . Dünya tarihi incelendiği zaman Asya-Afrika ve Avrupa kıtalarının bir araya geldiği merkezi konumda , Türkiye hem fazlasıyla etkiye açık bir siyasal ortamı yaşamakta hem de bu durumun ülke işlerine yansımasının getirdiği sorunlarla da uğraşmak zorunda kalmaktadır .
Ulusal kurtuluş savaşı sırasında batılı ülkelerin ülkenin batısı ve güneyinde harekete geçmesi ve daha sonra da bu duruma ek olarak Sovyetler Birliğinin hem kuzey hem de doğu Anadolu üzerinden merkezi imparatorluk konumundaki Osmanlı devletinin yerini alan Türkiye devletinin dört bir yandan saldırı tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı bir aşamada , ülkenin kurtuluşunu hedefleyen bir çıkış rotası çizerken Türkiye’nin fazlasıyla zor bir durumda kaldığı görülmektedir .Dünyanın önde gelen dört büyük devletinin Osmanlı dönemi sonrasında yıkılan imparatorluğun topraklarını paylaşmaya yöneldiği bir aşamada, Türkiye dört bir yandan ülke tam anlamıyla bir kuşatma altına alındığından ,çıkış için bir dayanak noktası aranmış ve bunun belirlenmesinden sonra da Türk devleti hızla ülkeyi saran dört kutuplu işgal senaryolarından kurtulabilmeyi başarmıştır . Türk devletini kuran Kuvayı Milliye hareketinin yönetici kadrosu ,kurucu önder Mustafa Kemal’in tercih ve kararları yönünde hareket ederek , tam bağımsızlığı getiren büyük zafere giden yolda üç cepheli bir stratejiyi öncelikli olarak uygulamıştır . Ülkenin dört bir yandan sıkıştırıldığı noktada yeni Türkiye’nin kurucuları önceliği doğu cephesine vermişler ve bu noktada ülkenin doğusundaki sınır komşusu olan Gürcistan ile Ermenistan gibi küçük bölge devletleri ile olan olan ihtilaflı durumları çözerek ve bu iki devlet ile barış sözleşmesi imzalayarak , Türkiye doğu cephesindeki karışık durumları çözmüş ve yeni ortaya çıkan büyük komşusu Sovyetler Birliği ile sınır komşusu konumuna gelmiştir . Türkiye böylece doğu cephesine öncelik vererek yola çıktığı aşamada doğu sınırına sırtını dayama olanağı bularak , esas saldırının geldiği batı cephesine doğru yüzünü dönme şansını elde etmiştir.
Anadolu yarımadasının saldırı ve işgale açık dört yönünü sıraya koyan Kuvayı Milliye yönetimi , o dönemde dünyaya egemen olan batı emperyalizmine karşı esas savaşı vererek direnmiş ve bu nedenle de yüzünü batıya dönerek emperyalizme karşı ulusal savunma stratejisini çizmiştir . Batı Anadolu’da batılı emperyalist güçlerle tam bir hesaplaşmaya giderek sorunu kendi içinde çözmeyi hedefleyen Ankara yönetimi , yola çıkarken önce doğu cephesindeki komşuları ile hesaplaşarak onları bir anlaşma aşamasına getirmiştir . Daha sonraki aşamada ise Fransa ve İngiltere ile karşı karşıya gelebilmenin hazırlıklarını tamamlayarak, ulusal kurtuluş savaşında Orta Doğu’nun yanı başında yer alan Güney doğu cephesinde savaşmıştır .İtalyanların Antalya’ya gelmesiyle birlikte Adana-Antalya hattında bir güney cephesi oluşturularak devreye sokulmuştur . Doğu cephesinde başlatılan emperyalizme karşı direniş mücadelesi, ikinci aşamada Güneydoğu bölgesine yansıtılmış ve Orta Doğu ile iç içe geçmiş bu bölgede İngiltere ve Fransa gibi iki büyük batılı emperyal ülkenin önü kesilmiştir . Cepheler halinde sürdürülen ulusal kurtuluş savaşında son cephe olarak batı Anadolu hazırlanmış ve burada da Yunan ordusunun İzmir’e çıkışı sonrasında , bu ülkenin arakasındaki güç olan İngiltere ve onun yavrusu konumundaki Yunanistan ile de tam anlamıyla bir hesaplaşma içine girilerek , emperyalizm ile son bir çatışma büyük saldırı olarak hazırlanmış ve savunma amaçlı saldırı uygulaması ile düşman orduları denize dökülerek , Misakı milli sınırları içinde ilan edilen ulus devletin bağımsızlığı elde edilmiştir .
Osmanlı imparatorluğu yedi asır boyunca merkezi alan devleti olarak hep sınırları dışında savaşmış ve böylece dünyanın merkezi bölgesinde ,Balkanlar’dan Kafkas’lara , Karadeniz ve Kırım’dan Mısır ve Libya’ya kadar olan geniş alanlarda savaşarak ayakta kalabilmiştir . Üç kıta arasında yer alan orta dünyanın en merkezi yerinde egemen bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kadar kritik bir konuma sahip olması yüzünden , bulunduğu yerde çok ciddi bir güvenlik sorunu vardır .Bu çerçevede Türkiye kendi savunmasını ulusal sınırları içinde değil ,sınır ötesi alanlardan başlayarak kurmak zorundadır . Osmanlılar yedi yüz yıl bu merkezi alanda egemen bir güç olarak ayakta kaldıkları zaman, sürekli olarak sınırları dışındaki alanlarda savaşmışlardır . Asya ya da Avrupa’da ortaya çıkan büyük devletler kendi egemenliklerini merkezi alana taşımaya girişmektedirler . O zamanda eskiden Osmanlı devletine saldırdıkları gibi , son yüz yıllık dönemde de onun yerini alan Türk devletine saldırı yapmaktan geri kalmamaktadırlar . Asyalı güçler merkeze gelirken doğu Anadolu’yu , Avrupalı güçler de batı Anadolu’nun topraklarını işgale kalkışmışlardır . Araplar güneyden gelerek Anadolu topraklarına girmeye kalkışırken , Ruslar’da Osmanlının son dönemlerinde Kafkaslar’dan Doğu Anadolu’ya giriyor, ya da Tuna nehrini geçerek hemen Trakya topraklarına yönelik işgal hareketlerini gündeme getiriyorlardı . Osmanlı ya da Türk topraklarına yönelen işgal girişimleri ya da saldırıların ülke savunmasını zorunlu kıldığı bir durumda ,bu savunmanın dış saldırıların önünü kesmek üzere sınırların ötesinden başlatılması ve düşman birliklerinin sınırlardan içerilere girmesi gibi tehlikeli bir durumun öncelikle sınırların dışında kalan yerlerde önlenmesinin gerektiği dikkate alınırsa ,o zaman ülke savunmasının daha güçlü bir direniş duvarı ile dış müdahalelere karşı vatanı koruma k doğrultusunda gerçekleşmesi sağlanmaktadır .
Selçuklu imparatorluğu ile başlayan , Osmanlı devleti ile devam eden ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında sürdürülen merkezi alan savunması konusunda geçmişte yaşanmış olan olaylar , bugün için anlam taşıyan dersler vermektedir . Hala ülke işgali peşinde koşan emperyalist devletler komşularını işgale yönelirken , bu gibi saldırgan haydut devletlere karşı harita üzerinde yer alan bütün dünya devletlerinin kendini koruma hakkı vardır . Her devlet diğer devletlerin saldırı ihtimaline karşı kendini savunma noktasına geldiğinde, sınır ötesi savaşları ve savunma girişimlerini hatırlamak zorundadır .Atatürk batı cephesi savunmasından sonra Truva’nın intikamını aldık derken yüzlerce yıllık bir farklılığa sahip olan iki olayı birlikte değerlendirerek, ülke için genel anlamda bir değerlendirme yapma hakkını kendisinde görüyordu . Osmanlı devleti son döneminde sınır ötesi savaşlar yolu ile milli sınırlarını koruyamaz bir noktaya geldiği için, sınırlarını tam olarak koruyamamış ve bu olumsuz durumun sonucu da ülke sınırlarının ciddiye alınmaması gibi bir durumu gündeme getirmiştir . Osmanlı kendi sınırlarını koruyamadığı aşamada çöküşe geçmiş ve geride kalan ülke ahalisinin büyük çoğunluğu milli savunmaya yönelerek dışarıdan gelerek içeriye girmeye yönelen emperyalist işgal girişimlerinin önünü kesme girişimlerinde, yeterince etkili bir sonuç elde edememiştir . Selçuklu ve Osmanlı girişimlerinin getirdiği bu gibi dersler , yeni kurulan merkezi devletin ulusal sınırlar ile birlikte iç güvenlik sınırlarını da dikkate alması gerektiğini göstermiştir .
Milyonlarca kilometre karelik bir imparatorluğun geri çekilmesiyle başlayan yeni dönemde düşman orduları bütün Osmanlı sınırlarını delik deşik ederek ve merkezi ülkenin başkentine kadar gelerek İstanbul’u hem işgal altına alıyorlar hem de yeni imparatorluğun adımlarını atıyorlardı . Birbiri ile kavga eden büyük devletlerin çoğu yeni bir yaklaşım içinde sahip oldukları alanın kontrolunu ele geçirmek amacıyla, ülke içinde bazı yerlerin konumunu bölgesel gelişim çizgisi görünümünde farklı boyutlarda değerlendirmesini yapabilmektedirler .Yeryüzü haritasında yer alan her devletin devletlerarası alan çekişmelerinde kendini kurtarabilmesi için sınır ötesi ve sınır içi güvenlik çalışmalarının bir bütünsellik içinde birlikte düşünülmesi , bazan gelecek kuşakların var olan toplu birikimin dışında kalmasına yol açabilmektedir . Bu noktada insanların hedefi önem taşımakta ve hedef ortaklığı içindeki devlet yapılanmaları ile sonucu belirleyici bir çizgide stratejik yapısı önceden belirlenmiş toplu savunma girişimlerinin içinde gerektiği gibi toplum , kamu kurumları ,sosyal kuruluşlar ve insanlar yer alabilmektedirler .Bu doğrultuda konu genel olarak ele alındığında her devlet ya da toplumun sahip oldukları kamusal alan içinde var olan yapıların korunması , değişken durumları dikkate alan bütünleştirilmiş bir kamu güvenliği planlaması ile sağlanabilmektedir . Her devletin kendine göre kamu güvenliği anlayışı olduğu için , değişen durumlara ve farklı ortamlara dayalı olarak ülkelerin kamu güvenliği alanlarında gelecekteki gelişmelere göre birbirinden çok farklı yaklaşımların öne çıktığı ve zaman içerisinde gelişerek yeni durumlara uygun düşen bir biçimde eskisinden çok farklı bir düzeyde , kamusal alanın güvenliği ile ilgili sorunların çözüme kavuşturulmaya çalışıldığı görülmektedir .
Genel olarak toplumların ve devletlerin var olma durumları ile geleceğe yönelik olarak devamlılığının sağlanmasında istikrarlı bir biçimde kurumlaşabilmek amacıyla kamu düzenleri vazgeçilmez bir biçimde öneme sahiptir . Böylesine bir düzenin var olabilmesi ve süreklilik içinde devamlılığının sağlanması, kamu güvenliği meselesi olarak her devletin omuzlarına yüklenmiş olan bir sorumluluktur . Kişilerin kendilerini güvende hissedebilmeleri için içinde yaşadıkları sosyal yapılar ile yakınlaşmaları ve belirli bir süre içinde toplum ile ortak bir çizgide entegrasyona gidebilmeleri için devlet gibi üst yapılanmaların planlı bir örgütlenme içinde olmaları gerekmektedir . Toplumsal yapıların zaman içinde çözülmemeleri ve entegrasyona yönelen bir bütünleşme içinde varlıklarını koruyabilmeleri için, kamu güvenliği sorununun gerçek koşullara uygun bir yönde çözüme bağlanarak geleceğe yönelik bir kurumlaşma çizgisinde hareket edilmesi gerekmektedir . Her ülkede devlet ve toplum düzenleri var olan hukuk düzeni içinde ele alınmakta ve bu düzenler aracılığı ile resmen tanınmış olan hak ve özgürlüklerin uygulama alanında gerçeklik kazanmalarına yardımcı olunmaya çalışılmaktadır . Bu çerçevede hak ve özgürleri düzenleyen kamu hukuku ile, her ülkede var olan kamusal düzenlerinin bütünleşmesi için çaba gösteren dışa açık kamu politikalarına da , karşı dengelerin oluşturulması açısından gerek duyulmaktadır . Hak ve özgürlükler düzenlerinin kamusal alandaki hukuk düzenlerine uygun bir çizgide ele alınmaları, ülkedeki güvenlik şemsiyesini ortadan kaldırabilir ya da güvenlik düzeninde bazı açıklar yaratarak ülke ve toplumun güvencesizlik çıkmazına doğru gitmesine neden olabilir . Hak ve özgürlüklerin güvenlik düzenleriyle karşı karşıya gelmemesi ve bu doğrultuda paralel düzenlerin alternatif çıkışlar olarak öne çıkması, var olan güvenlik düzenlerinin zarar ya da ziyan görmeden devam etmesini sağlayabilecektir .Bir ülkede toplumsal yaşamın aksamadan yürütülmesi ve kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi için, resmi makamlar tarafından alınması gereken kararlar ve önlemler dizisi bir ülkede güvenlik düzeninin çekirdek yapılanmasını oluşturmaktadır . Bir toplum içinde var olan bütün kazanılmış haklara ve değerlere saygı gösterilmesi ve bunlara yönelik tehditlerin ortadan kaldırılması genel anlamıyla güvenlik olarak tanımlanmaktadır . Bu çerçevede bütün ülkeler ve devlet düzenlerinin devamlılığı için kamu güvenliği vazgeçilemeyecek temel kavram ve bir dayanak noktasıdır .
Güvenlik kavramı öncelikle çeşitli tehditlerin varlığına ya da yokluğuna göre değil ama hukuken tanınmış ve geçerlilik düzeni bulunan varlığı tanınmış hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik bir yönde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır . Kazanılmış haklara dönük bir korunma , güvenlik kavramının daha hukuki açıdan ele alınmasını sağlayacak bir konudur . İnsanların toplumsal koşulların ortaya koyduğu düzene uygun bir yönde yaşamak ve yaşarken hak ile özgürlüklerinin sağlayacağı her türlü hareket özgürlüğü yapısında bir konuma sahip olmak da ,güvenlik kavramı ile yakın bağlantılı bir durumdur . Bu doğrultuda bütün devletler kendi kamu düzenlerini ulusal çıkarları doğrultusunda korumakla yükümlüdürler . Devletler öncelikle kendi kurdukları kamu düzenlerine uygun bir tarzda yönetim modelleri gerçekleştirerek ülke ve toplum güvenliğini en iyi olabilecek düzeyde gerçekleştirebilmelidir. Hak ve özgürlükleri esas alan bir yaklaşım içinde olanlar , zamanla devletlerin öncelikle uygulamak zorunda olduğu ulusal güvenlik politikaları ile karşı karşıya kalabilir. Bu gibi siyasal yaklaşımların hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına yardımcı olduğu için kazanılmış hakların normal koşullarda uygulamaya aktarılması engellenebilir , ya da güvenlik uğruna getirilen sınırlamaların ve de benzeri uygulamaların getireceği yeni güvenlik düzeninde , otoriter ya da baskıcı yönetimlere kayılacağından ,anayasal hukuk düzenlerinin bu gibi olumsuz durumlardan etkilenerek insan haklarının güvencelerinin sürdürülemeyeceği gibi karşı çıkışlar gündeme getirilebilmektedir . Ulusal politikaların çıkar çizgisinde ortaya çıkarılıp daha sonraki süreçte refah noktasına kadar getirilmesi, toplum yapısında olumlu gelişmelere yol açacağı için hukuk devletleri çatısı altında her türlü hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmaları kaçınılmaz bir tutum olmaktadır .
Bugün için dünyada geçerli olan ulus devlet yapılanması , en büyük uluslararası örgüt olan Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüzden fazla devlete tanınmış olan bir haktır . Bu hak doğrultusunda bütün ulus devletler kendi çıkarlarını ve haklarını korumak durumundadır . Ne var ki , devletler arası rekabet ve çekişme ortamında her devlet komşu ya da uzaktaki devletlerin içini karıştırabilecek bazı girişimlerde bulunabilirler . Bu nedenle de benzeri saldırılara uğrayan devletlerin kamu düzenlerini bozabilecek bazı tehdit ve saldırılar öne çıkarak , diğer devletlerin ulusal güvenliklerini ortadan kaldırabilir . Ulus devletler açısından ulusal çıkarlar vazgeçilmez değerler olarak yol gösterirler ama uluslararası rekabet ya da ulusal politik senaryolarla hareket edildiği zaman, diğer devletlerin pasif durmaları yüzünden ortaya çıkan tehdit ya da tehlikeli durumların önlenebilmesi amacıyla her devlet yeni önlemler alarak , kendi kamu düzenini ayakta tutabilecek farklı uygulamalara yönelmek zorunda kalabilir . Ulusal güvenliğini ödünsüz bir biçimde gerçekleştirmek isteyen her ulus devlet kendisini tehdit ve tehlikeli durumlarla karşı karşıya koyan yeni durumların önünü kesmek amacıyla yeni plan , program ya da yasal düzenlemeleri alacağı kararlar doğrultusunda geliştirebilmektedir . Ulusal egemenlik düzenini bozabilecek olaylar aynı zamanda ulusal güvenliği de ortadan kaldırarak çok yönlü çıkmazlarla ulus devletleri karşı karşıya koyabilmektedirler . Ulusal egemenlik sadece kendisini bozan sokak hareketleri ya da gizli kapaklı örgütlenmeler ile değil , aynı zamanda ülkenin bütününü tehdit eden çeşitli siyasal manevralarla da belirlenebilecek bir kavramdır . Ulusal egemenliği bozucu eylemler kamu düzenini bozan girişimlerden daha uzun ömürlü olmakta ve bu doğrultuda bütün devletleri uğraştırmaktadır . Devletin varlığı ,ulusun yaşamı ve anayasal düzeyde kurulmuş olan siyasal yapıyı ilgilendiren her türlü girişim ya da gelişme var olan siyasal yapıların kamu düzenlerini bozabilmektedir . İç güvenliğin bozulduğu her aşamada aynı zamanda kamu güvenliği meselesi de bütünüyle tehdit altına girebilmektedir . Bu nedenle ,böylesine olumsuz bir durumda kalmış olan her devlet kendisi için gerekli gördüğü kamu düzenini yeniden kurabilecektir .
Dünyanın yeni gelmiş olduğu bu aşamada geleceğin belirsizliği nedeniyle tüm devletler yarın beklenmedik durumlarla karşılaşabilecek ve bu yüzden de ulusal güvenlik düzenleri tehlike altına girecektir . Büyük devletler bu gibi durumları önceden görerek gerekli olan önlemleri almaktadırlar . Bu doğrultuda anayasalarını değiştirenler , yeni yasal düzenlemeler hazırlayarak hukuk boşluklarını gidermek üzere yeni yapılanmalara yönelenler gibi değişik yol izleyerek bu gibi olumsuz durumlara engel olmak isteyen devletler, kendilerini koruma doğrultusunda yeni uygulamalara yönelebilirler . Özellikle soğuk savaş sonrasında küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte küreselci emperyalist şirketlerin ve onların dinci ortağı olan tarikatların çıkarları doğrultusunda ulus devletlerin kamu düzenlerini bozabilecek derecede onları alt kimlikçilik çekişmelerine yönlendirerek ve bir iç savaşa gidecek düzeyde ulus içi gruplar arasında çatışma senaryolarını birbirini izleyen bir yönde uygulama alanına getirdikleri görülebilmektedir . Genel olarak dünya hegemonya planları doğrultusunda büyük devletler küçük ve orta boy ülkelerde çekişirken , sorumlulukları birbirlerinin üzerine atarak bazı iç savaş oyunlarını alt kimlikler üzerinden kışkırtabilmektedirler .Yeryüzünün bütün kıtalarında savaşların çıkartılmasını ve bu doğrultuda silah satışlarının artmasını isteyen tekelci silah şirketleri de bu gibi çatışma senaryolarının önünü açarken , ilgili devletleri tehdit altında bırakan tehlikeli ortamların yaratılmasını açıkça örgütleyebilmektedirler .
Devletler arasındaki rekabet ve çekişme ortamı giderek genişlerken , yeni yeni bazı senaryoların medya ve basın organları aracılığı kamuoyuna yansıtıldığı görülmektedir . Her devlet kendi çıkarları doğrultusunda kendi modeli ve özelliklerine göre bazı değerlere öncelik vermekte ve politikalarını bu doğrultuda geliştirebilmektedir . Devletlerin en üst düzeyde saygı gösterdiği değerler asli değerler olarak öne çıkartılırken , bunların dışında kalan değerler ikinci derece ya da değersiz düşünceler olarak dışlanabilmekte ya da marjinalleştirilebilmektedir . Devletlerin halkını temsil eden insan toplulukları , yaşamın devamı için gerekli olan tüm ihtiyaçları ile ilgili her türlü malzeme ve değer yargısının düzenli olarak sağlanması , kamu düzeni ve güvenliğinin gerektirdiği bir durum olarak görüldüğü aşamada güvenlik konusu ağır basabilmekte ve diğer konular kendiliğinden ikinci planda kalarak güvenlik ile özgürlük arasındaki denge bozulmaktadır .Her zaman için var olmayı ve sağlıklı bir biçimde yaşamını sürdürme noktasında olan bütün insanlar ve organizmalar güvenlikten yana ağırlıklarını koymaktadırlar . Bu gibi olağanüstü durumlarda özgürlükler ikinci planda kalmakta ve kazanılmış hakların sınırlandırılması gibi bir durum ile devletler ya da toplumlar karşı karşıya gelebilmektedirler . Özgürlüklerin ortadan kalkması ya da hakların sınırlanması güvenlik önceliği ile ortaya çıkınca , bu aşamadan sonra demokrasinin var olup olmadığı konusu, siyasal çevrelerin başlıca tartışma konusu haline gelebilmektedir . Ulusal güvenliği tehlikede olan ülkeler daha çok güvenlikten yana tavır ortaya koyarlarken, bu aşamada özgürlüklerin sınırlanması yoluna giderek hızlı bir sonuç alma yoluna da başvurabilirler .
Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi bölgenin geleceği için bir çok siyasal proje bulunması nedeniyle , Atatürk Cumhuriyeti ciddi tehditler altındadır .Bu durum nedeniyle Türkiye özgürlük ve güvenlik dengesinde güvenliğe öncelik veren bir ülke olarak hareket etmek zorundadır .Siyasal gelişmeleri yönlendiren uluslararası gelişmeleri dikkate alarak hareket edecek olan Türkiye önümüzdeki dönemde olumlu gelişmeler karşısında özgürlükçü , olumsuz gidiş durumunda ise ters bir biçimde güvenlikçi önceliklere yönelecek bir denge devleti olarak hareket etmek durumundadır. Türkiye bir cumhuriyetçi demokrat bir ülke olarak önümüzdeki dönemde demokratik rejime öncelik veren bir güvenlikçi yolu deneyerek, bir orta yol bulabilmenin arayışı içinde olacaktır . Avrupa Birliğinin yanında yer alan bir ülke olarak Türkiye her zaman için özgürlükler ile birlikte demokrasiyi de bir yaşam biçimi ya da siyasal rejim olarak benimsemek zorundadır . Güvenlik ile özgürlük dengesi hukuk devletlerinin terörü önlemek üzere vazgeçilmez ana konusudur .
Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk düzeni sonrasında tarih sahnesine çıktığı için geniş bir alanın tam ortasında bir ulus devleti kuruluşuna öncelik verilmiştir . Türklerin ve Müslümanların çoğunluk halinde yaşadığı bölgeler ulusal sınırları oluşturan Misakı Milli projesi doğrultusunda bir üniter devlet oluşturulmasına öncelik verilmiştir . Türklerin bir Anadolu bütünlüğü için uğraştıkları bir aşamada, İngiliz emperyalizmi ülkeyi parçalara bölebilmek üzere Sevr Antlaşmasını gündeme getiriyordu . Balkanlar’da başlatılan Balkanizasyon sürecini Anadolu’ya taşıyarak , bu büyük yarımadayı Balkanlar’da olduğu gibi küçük parçacıklara bölebilmenin arayışı yapılıyordu . Devlet düzenlerinin korunması zorunluluğu beraberinde özgürlüklerin sınırsız kullanılması için çaba gösteren liberal toplum kesimlerini devre dışı bırakıyordu .İngiliz emperyalizmi Anadolu topraklarını parçalamaya yönelirken , Osmanlı sonrasında geride kalmış olan halk kitlelerinin bir ulus devlet çatısı altında toparlanarak üniter bir siyasal kamu düzeni oluşturmaları kaçınılmaz bir noktaya geliyordu .Bir yandan cumhuriyet devleti kurulurken, diğer yandan da eski Osmanlı ahalisi üzerinden Türk ulusu tarih sahnesine çıkartılıyordu. Uluslaşan halk kitlesi üniter yapının getirdiği birlik ve bütünlük yapısını öncelikli olarak kurmak zorunda kalıyordu . Balkanlar’da başlayan parçalanma olgusu Anadolu ‘ya taşınırken, bir Sevr haritası çizilerek ülkenin dört bir yanının küçük devletlere bölünmesi ana amaç olarak hedef tahtasına konuluyordu . Türk devleti yeniden kurulurken Sevr haritasına karşılık birleşik bir resmi düzen yapılanmasına dikkat ediliyor ve ilgili antlaşmanın kaldırılması için bu durum hedef noktasına konuyordu .
Türkiye Cumhuriyeti küçük bir Trakya parçası ile birlikte Anadolu yarımadasının bütün bölgelerini içine alan bir yeni ulus devlet olarak kuruluyordu . Yeni devlet üniter bir yapıda kurulduğu için ülkenin doğusu ile batısı ile ya da güneyi ile kuzeyi tek bir hukuki yapılanma çerçevesi içine alınıyordu .Ulus devlet kurulurken tek bir ulusal yapılanma tercih ediliyordu . Diğer alt kimlikli toplum kesimlerinin bir devlet ortaklığı talep eder biçimde öne geçmelerine izin verilmeyerek , imparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına doğru bir geçiş hazırlanıyordu .Türk milli bütünlüğü içinde tüm Anadolu’nun birlikteliği sağlanıyordu . Böylece Anadolu’yu bölerek bu merkezi yarımadayı paramparça etmek isteyenler emperyalizmin kuklaları olarak öne çıkarak , Anadolu’nun değişik bölgelerinde birbirinden farklı etnik ve dinsel yapılanmalara dayanan yeni küçük devletçikler istemeye başlıyorlardı. Eski Osmanlı topraklarını alt kimlikçi küçük etnik topluluklara dayanan eyalet devletçikleri biçiminde bölerek çok uluslu bir kozmopolit federasyona doğru bu bölgeyi yönlendiren batı emperyalizminin işbirlikçi temsilcileri ,Türk devletinin üniter varlığını tehdit eden unsurlar olarak öne çıkıyorlardı . Türk devletinin milli bütünlüğü içinde ülkenin her bölgesi eşit koşullarda aynı bütünün parçaları olarak algılanması gerekirken, merkezi coğrafyayı bütünüyle ele geçirmek isteyen batı emperyalizminin, Anadolu’nun her coğrafi bölgesinde birbirinden farklı küçük devletçikleri bölgesel bir federasyon yapılanmasının yeni eyaletleri olarak oluşturmaya çalıştığı anlaşılıyordu . Türk milletinin ulusal kurtuluş savaşı vererek Türklerin merkezi vatanı haline getiren oluşumu görmezden gelen emperyalistler, uzaklardan gelerek merkezi coğrafyada kendi kontrolları altında çok uluslu yeni bir yapılanmaya doğru yönlendiriyordu .Osmanlı döneminden gelen kültür bütünlüğü içinde ele alınması gereken Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının ayrı ayrı alt kimlikli topluluklara tahsis edilmesi, ulusalcı Türklerin hiçbir biçimde kabül edemiyecekleri bir emperyalist dayatma olarak, bölgenin yeniden yapılandırılması sırasında Türk egemenliğine karşı bir çıkış olarak zorlanıyordu . Asya kıtasının Türk topraklarından gelmiş olan Anadolu halkı konar-göçer yaşam tarzı içinde Türklüğü Anadolu’ya taşırken , Asya topraklarında öğrendiği ulusal birlik içinde yaşama tarzını Anadolu yarımadasına da taşıyarak üniter devlet geleneğini yeni dönemde de sürdürmeye hazırlanırken , batılı emperyalistlerin çok uluslu federasyon dayatmasına maruz kalınmıştır .
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında karşı karşıya kaldığı Anadolu’nun parçalanmasına yönelik emperyalist oyunları bozarak bugün yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlama aşamasına gelmiştir . Avrupalıların Sevr haritası dayatmasında Anadolu’nun başkent Ankara merkezli olarak ikiye bölündüğü ve bu parçalanma sonrasında da Doğu Anadoluda üç alt kimlikli devletin Lazistan, Kürdistan ve Ermenistan olarak kurulmaya çalışıldığı ortaya çıkmıştır . Şark meselesinin bölgeye yansıtılması parçalanma biçiminde öne çıkarılırken, doğu Anadolu’nun Türk vilayetlerinin varlığı görmezden gelinerek, bölünme bu vilayetlerde yaşamını sürdürmekte olan Türk ulusunun insanlarına bir zorlama kader olarak dayatılmaya çalışılmıştır . Daha sonraki aşamada bu bölge için Alevistan eyaletinin de düşünüldüğü Avrupa ülkeleri üzerinden kamu oyuna taşınmıştır . Batılı devletler Doğu Anadolu halkı ile federasyon projesi doğrultusunda yakından ilgilenirken, Rusya da bir emperyalist güç olarak Kars ve Ardahan’ı yarım yüzyıl işgal ederek kendisine bağlı olacak Ermeni devleti peşinde koşmuştur . Ne var ki ,batılı emperyalistlerin girişimleri başkent Ankara’dan geri gönderilirken , benzeri bir uygulama Rus emperyalizmine karşı da uygulanmıştır . Aynı soydan gelen toplulukları Türk ulusu çatısı altından alarak ayrı devletler kurmaya yönelen emperyal girişimlere karşı çıkılmasıyla, doğu Anadolu’nun birliği güvence altına alınmıştır .
Sevr haritasında eyaletler olarak yer verilen Lazistan ,Ermenistan ve Kürdistan projelerinin Türk milli bütünlüğü yaklaşımı içinde sorun olmaktan çıkartılabilmesi için, günümüz koşullarında iç güvenliğin sağlanabilmesi açısından üç yeni vilayetin kurulmasında yarar vardır . Doğu Anadolu’nun dış güvenliği için Ardahan, Iğdır, Şırnak ve Kilis gibi sınır ilçelerinin vilayet yapılması ile birlikte ,Türk devleti sınır boylarında daha güçlü bir örgütlenme içine girerek Sevr bölücülüğünü önlediği gibi , bu defa da ,Kürdistan projesinde başkent yapılmak istenen Diyarbakır’ın önünün dengelenmesi için Siverek’in vilayet yapılması bugünün koşullarında bir entegrasyon projesi olarak düşünülebilecek yeni bir adım olarak görülmektedir . Benzeri çizgide Büyük Ermenistan’ın merkezi olarak ilan edilmeye hazırlanan Van’a karşı ,Türk kimliği ile Erciş ilçesi yeni bir vilayet olarak cumhuriyet yönetimi ağırlığını bölgede hissettirebilecektir. Doğu Anadolu’nun üçüncü devlet projesi olarak canlı tutulan Pontus yapılanmasında, Trabzon’un yeni başkent olarak ilan edilmesi arayışlarına karşı bugünkü Şebinkarahisar ilçesinin Şebin adı altında yeni bir vilayet olarak düzenlenmesiyle, bu bölge ve Ankara arasında bağlantıyı sağlamlaştıran ikinci bir ulusal köprü , Şebin vilayeti üzerinden sağlanabilecektir. Osmanlı döneminde bölge güvenliği merkezi olan Şebin ilçesinin, yeniden eskisi gibi vilayet olması bölge güvenliği açısından etkili olacaktır. Siverek, Erciş ve Şebin gibi kritik konumdaki ilçelerinin vilayet statüsünde yeniden düzenlenmeleriyle birlikte, Doğu Anadolu bölgesinde her türlü bölücülük ya da merkezden kopma gibi , üniter yapıyı tehdit eden olumsuz gelişmelerin önü kesilebilecektir . Bölgede Türkleşmenin daha etkili kılınması doğrultusunda benzeri bir vilayetleşme ,1071 kahramanı Malazgirt ilçesinin de bir iç güvenlik ili ilan edilerek yeni bir statüye kavuşturulması sayesinde elde edilebilecektir .
Emperyalizmin Sevr projesi doğrultusunda başkent Ankara’dan uzaklaşan bölücü çizgideki yeni eyalet devletleri projesine karşı Ankara’nın Kuvayı Milliyeci çizgisinde cumhuriyetin merkezine daha yakın duran bir vilayetleşme planına girişmesi ,çok ciddi bir milli alternatif olarak ulusalcı ve cumhuriyetçi kanatlar tarafından desteklenmelidir . Emperyalizm Türkiye’nin doğu bölgeleri ile batı bölgelerini karşı karşıya getirmeye hazırlanırken , Doğu Anadolu bölgesinde ihmal edilmiş olan Türkçü yapılanmanın daha da güçlendirilerek sürdürülmesi , var olan devletin üniter ve milli yapısını daha etkili bir konuma getirecektir . Bölgede Türk asıllı nüfuslara sahip olan Karabağ ,Nahcivan ve Azerbaycan gibi bölgelerin de Türkiye ile daha da yakın olacağı bir yeni yapılanma modeli, bölücü projelere karşı Türkiye’nin bölgeselleşme projesi olarak öne çıkarılmalıdır . Doğu Anadolu’nun Türk kalabilmesi ancak önümüzdeki dönemde Kafkasya bölgesine yeni bir açılım yapması ile mümkün olabilecektir .Doğu Anadolu’dan Kafkasya’ya doğru yapılacak yeni bir açılım Türkiye’nin Ermeni –Azeri savaşına barış getirecek bu bölgede başlatılmış olan savaş konjonktürünün önünü keserek ,yeni bir barış döneminin önünü açabilecektir .Ön Asya ve Orta Asya Türklüğü arasında bir köprü konumuna sahip olan Kafkasya bölgesi gelecek dönemde , daha fazla dünya konjonktüründe ön planda yer alabilecektir .
Emperyalizm yüz yıl önce ortaya çıkarılmış olan plan ve projelerin peşinde koşarken bugün aynı görüşler üzerinde inatçı bir biçimde ısrar ederek , bölgenin geleceği için batı blokunun isteklerini yeniden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dünyasına dayatmaktadır . Küreselleşme döneminin öne çıkardığı yeni yapılanma modelleri doğrultusunda eski isteklerin yenilerek barış masasının üzerine konulduğu görülmektedir . Doğu Anadolu’da geçen yüzyıldan gelen çarpıklıkların devam ettiği bir süreç içinde ,Türkiye ve Azerbaycan bütünleşmesini önleyen Ermeni bıçağının uygulamadan kaldırılması ve Türkiye ile Azerbaycan’ın ortak sınırlar üzerinden bir araya getirilmesinin gerçekleştirilmesi acilen tamamlanması gereken ana konulardan birisidir . Nahcıvan ile Karabağ’ın birer Türk toprağı olarak , Türkiye ve Azerbaycan’nın bütünleşme sürecinde Kafkas Türklüğünün bütünleşme oluşumunda gerekli olan yerini alması , geleceğe dönük bir biçimde Kafkasya alanında bütünleşmeyi getirebilecek barışın ilk adımları olabilecektir . Şimdiye kadar Orta Doğu bölgelerinde tırmanmakta olan sıcak çatışma olaylarının Ermeni-Azeri savaşı ile Kafkasya bölgesine de nasıl taşındığı dikkate alınırsa , önümüzdeki dönemde Türkiye Kafkasya bölgesinde tırmandırılacak sıcak çatışma olayları ile fazlasıyla uğraşmak zorunda kalabilecektir . İkinci dünya savaşı sırasında Hitler’in Moskova’ya değil ama Hazar bölgesine neden geldiğini günümüz koşullarında iyi hatırlayarak yeniden tartışmak gerekmektedir . Bölgede yüz yıl önce başlatılan devletleşme olgusunun daha tamamlanmadığı ve bugün Ermeni-Azeri savaşı senaryosu ile Birinci ve İkinci dünya savaşlarından kalan potansiyelin üçüncü dünya savaşını örgütleyecek bir düzeyde öne çıkarılmaya çalışıldığı , göze çarpmaktadır . Böylesine bir yeni uluslararası konjonktür içerisinde Ermeni-Azeri savaşı kadar , Türkiye sınırları içinde geleceği dönük olarak planlanan eyaletleşme oluşumlarının da dikkate alınması ve bunların merkeze bağlı yeni vilayetlerle acilen önlenmesi gerekmektedir .
Türkiye yeni dönemde başkent Ankara’dan uzaklaşarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde eyaletleşme senaryolarını gündeme taşıyan emperyalizm işbirlikçisi senaryolara karşı , başkent Ankara’nın yeniden güçlenmesini sağlayacak ve Ankara merkezli siyasal yaklaşımları öne çıkaracak yeni vilayetleri öncelikli bir biçimde Doğu Anadolu bölgesinde gündeme getirmesi gerekmektedir . Terör ve emperyalist savaşlar, Orta Doğu bölgesinden çıkarak Orta Asya alanına doğru taşınırken Kafkasya köprüsünün durumunu ve buranın yanında yer alan Doğu Anadolu bölgesinin yeni içine sürüklendiği konumun her yönü ile ele alınarak yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir . Kafkas savaşı bölgeye yeni yapılanmayı taşırken , Türkiye Cumhuriyeti de ülkesinin doğu bölgesinde kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni bir yapılanmaya gitme hakkını kullanabilecektir . Türkiye bölgedeki Türk nüfusunun artırılması ve buna paralel olarak Türkleşmenin tırmandırılmasına öncelik verirse bölgede artacak gücü ile her türlü emperyalist plan ve oyunu bozabilecektir . Önümüzdeki dönemde Türkiye ve Türk dünyası birbirine yakınlaşırken, İngilizlerin geçen yüzyılda aşamadığı Kafkas seddini aşabilecek yeni politikaların ,Türkiye tarafından uygulama alanına getirilmesi zorunlu görünmektedir .




© Copyright by kontakt@add-hannover.com FAQ - Kontakt - Impressum - Datenschutzbestimmungen - 2019
Tolles aus Celle ...